Nazilerin kültür örgütlenmesi ve 2. Dünya Savaşı’nda tiyatro -3-

  • Konbuyu başlatan Admin
  • Başlangıç tarihi
A

Admin

Yönetici
Yönetici
Tüm savaşlarda olduğu gibi, 2. Dünya Savaşı yıllarında da Avrupa’nın bütün ülkelerinde sosyal ve kültürel alanlarda köklü değişikliklere gidildi. Savaş şartları içinde rolü değişen ve tamamen savaşın hizmetine giren kültür kurumlarından en önemlisi kuşkusuz tiyatrolardır. 1940 yılının Eylül ayında İngiltere’ye saldıran Naziler İngiliz halkını olduğu gibi, İngiliz tiyatrosunu da aniden ve savunmasız yakalamıştı. Güçlü bir tiyatro geleneği olan İngilizler bu ani şok dalgasını çabuk atmış ve sahnelerinde değişikliğe giderek tiyatrolarını sürdürmüşlerdir. Örneğin yüz senelerdir gece gösterisi yapan salonlar hava bombardımanları yüzünden gösterilerini gündüz ya da sabah saatlerine kaydırmışlardır. Büyük kentler ya da saldırı ihtimali yüksek yerler olan kentler yerine, ülkenin daha küçük şehirlerine doğru bir yolculuk başlamış; bu yolculuk sırasında da bir çeşit “zorunlu turne” mantığıyla, dura dura gösteriler yapılmıştır. Bu tiyatro gurupları yolculuk yaptıkları arabalarından ötürü İngiliz tiyatrosu tarihine “Arabalı tiyatrolar” adıyla kayıtlanmışlardır. Elbette ki tiyatro sanatçılarının savaş koşullarında içine düştükleri durum, her şeyin yolunda olduğu günlerden çok farklıdır. Savaştan önce, bir oyuncu olan Lisa Adrey adlı bir sanatçının, o sıralar Amerika Birleşik Devletleri’nde olan kardeşine yazdığı mektup, bugün İngiltere Tiyatro Müzesi’nde sergilenmektedir. “Yaşantımızda olan değişiklikleri mümkün değil anlatamam. Artık ne Londra tiyatroları eski bildiğin Londra tiyatrolarıdır ne de Londra artistleri eski bildiğin artistlerdir. Şimdi biz artık bambaşka düşünüyor ve bambaşka yaşıyoruz. Londra’nın Alman uçaklarıyla bombalandığı sırada, zaman geldi, gösterilerimize sığınaklarda devam ettik. Zaman geldi çatılarda, sokaklarda çıkan yangınları söndürdük. Bazen de sağlık ekiplerinde gönüllü olarak çalışarak, enkaz altında kalanların kurtulmasına yardım ettik. Sonraları, Londra artık yaşanmaz hale gelince, taşraya göç ettik. Göçebeler gibi kasaba kasaba, köy köy dolaştık. Bazı geceler şunun bunun evinde, bazen de herhangi bir ahırda geceledik. Grubumuz içindeki oyuncular arasında derece ve kıdem farkı kalmadı. Kazandığımız her neyse, ortaklaşa paylaşıyoruz. Sanatçılar arasındaki samimiyet, ancak bir kardeş samimiyetiyle açıklanabilir. Günler oldu aç kaldık, sefalet çektik. Fakat inancımız asla bozulmadı…” Mektuptan da anlayacağımız gibi bu savaş günlerinde İngiliz tiyatrosu, her zamankinden fazla seyircisiyle kaynaştı. Daha bir gece önce sabaha kadar yangın söndürmekle uğraşan İngiliz oyuncular, ertesi sabah sanki hiçbir şey olmamış gibi gösterilerine devam ediyorlardı. Bir gece önceki bombardımanda ya da yangınlarda ölen bir oyuncunun yerine, seyircilerden uygun birinin geçip, gösterinin devam ettirildiğine dair birçok olaydan söz eder İngiliz tarihçiler. Hatta dönem gazetelerinden “Munchester Guardian” tam gösteri yapılırken meydana gelen bir hava akınını şu şekilde yayınlamıştır: (28.09.1940) “İngiltere’nin Coventry şehrinin bir köyünde tam tiyatro gösterisi yapılırken, Alman uçakları belirdi. Şehrin üzerine binlerce yangın bombası atıldı. Bunlardan iki tanesi gösteri yapılan binanın çatısına düştü. Bombalardan biri çatıdan sahneye, diğeriyse seyircinin arasına isabet etti. Tiyatro için toplananlar bir anda yangının ortasında kaldılar. Kadınlı erkekli, tiyatronun bütün oyuncuları, hatta kostümlerini bile çıkarmadan yangını söndürmeye giriştiler. Erkekler doğrudan doğruya yangını söndürüyor, kadınlar kademeli bir sıra halinde kovalarla su taşıyorlardı. Tiyatro olarak kullanılan alan hınca hınç doluydu. Fakat ortalıkta en küçük bir telaştan, bir heyecandan eser yoktu. Herkes yangını söndürmek için üzerine düşeni yapmaya çalışıyordu. Yangın söndürülür söndürülmez tiyatronun sorumlu kişisi konuşmak için sahne yükseltisine çıktı ama halk aniden bağırmaya başladı: “Dikkat! Koru kendini!” Tiyatronun ağır perdesini tutan demir kopmuş, konuşma yapmaya çalışan kişinin üzerine düşmek üzereydi. Sorumlu kişi hemencecik orkestra boşluğuna atlamış ve bu ölümcül kazadan kurtulmuştu. Kaldığı yerden sözlerine devam ederek, izleyicilerden gösteriye devam edip etmeyecekleri konusunda fikirlerini soruyordu. Seyirciler; “devam edin” dediğinde, gösteri devam etmişti. Fakat bombardıman sırasında yaralana piyanistin iyi durumda olmadığını fark ettiler. Ağır yaralanmıştı. Aniden seyircilerin içinden bir genç kız fırladı ve piyanonun başına geçti. Gerek seyircilerin, gerekse oyuncuların şiddetli alkışları arasında gösteri tekrar başladı.” Bu duygusal haberler belki savaş psikolojisi gereği abartılmış olabilir ancak şu gerçeği biliyoruz ki, İngiliz tiyatrosu o olağanüstü günlerde dahi klasik oyunlarından vazgeçmemişti. Shakespeare mutlak sahnededir. Savaş karşıtlığı ve zehir gibi zekâsıyla herkesin sevdiği sosyalist Bernard Shaw sahnededir. Elbette ki bu olağanüstü günlerin kaçınılmaz teması yurtseverlik üzerinedir. Faşizm üzerine gülünç şarkılar dilden dile dolaşırken, halkın direnci artmaktadır. Sahneler, gündelik savaş hikâyeleri, ağır siyasi tartışmalar ya da kişisel kahramanlık hikâyeleri yerine karikatürize edilmiş bir çiçekli gülümsemenin peşindedirler. Yani tiyatro düşmanın göğsüne dayanmış bir umutlu silaha dönüşmüştür. Düşman liderlerinden birinin beceriksizce söylediği bir söz, yaptığı bir hareket günlerce sahnelerde alay konusu olabilirdi. Bunun yanı sıra yangın söndüren bir manav ya da bir yaralının hayatını kurtaran kuaförün kahramanlığı sahnede model gösterilerek, halkın direnme gücü yüksek tutulmaya çalışılırdı. Tiyatro alanında tek hareket bu arabalı topluluklardan ya da her yeri sahne yapabilen cesur ve inançlı insanlardan gelmemiştir bombalar altındaki İngiltere’den… Bir de “Hac Aktörleri” adıyla anılan oyuncu gurupları vardı ki, onlardan da kısaca söz etmeden geçemeyiz. HAC AKTÖRLERİ Aslında kökleri Shakespeare zamanına dayanan bu tiyatro anlayışı, savaş yıllarında bir kez daha sahaya çıkmışlardır. Eski zamanlarda Londra aktörleri, şehirde veba salgını arttıkça, başka şehirlerde turnelere gider, ölümler önü alınamaz bir hale gelince de tiyatrolarını kapatırlarmış. Şimdi vebadan ölen yoktur ama Alman bombardıman uçaklarının ardında bıraktığı ölüler, hiçbir parasal beklenti taşımadan, sadece umudu kırılmış, perişan insanların direncini arttırmak için sahneye çıkan bu insanlarla yeniden tarih sahnesindedirler. Bu insanların biricik amacı, böyle acı zamanlarda ruhları ürken ve üzgün insanlara hizmette bulunmak ve yararlılık göstermektir. İşte bu insanlara Hac Aktörleri adını verirler. Uzmanları daha iyi bilir ki, İngiliz tiyatrosunun temellerinde “miracle” yani “mucize oyunları” diye bir tür vardır. Bu oyun türü genelde din konuları ve Tanrının yüceliğine vurgu yapan, dünyalı konulardan pek de repertuvar oluşturmayan bir tiyatro anlayışına inanır. Oyuncuları çoğunlukla profesyonel oldukları halde, ruhları Tanrıya ait olduğundan “sürekli aktördürler”. Değişik meslek guruplarından, gönüllülük esasına dayanarak oluşturulan bu gezginci grupların yegâne amaçları umudunu yitirmiş halkı bir arada tutmak ve onları heyecanla, sabırla mücadeleye çağırmaktır. Bu kez Tanrının yerini ülke huzuru için savaşacak bir karşı duruş görüşü almıştır. İster bir sığınakta, ister bir madende, isterse bomba taarruzuna uğramış insanların toplandıkları bir metro boşluğunda derhal oyunlarını oynamaya başlayan Hac Aktörleri de iki ana kumpanya adıyla tarihe geçmişlerdir. Birincisi Canterbury, ikincisi Oxford Kumpanyası… Savaş şartları yüzünden kurulan bu kumpanyalar dini tiyatrolar birliğine bağlılıklarını kaybetmeden yeni bir anlayışla sahne tutarlar. Örneğin mucize oyunlarının değişmezi sayılan muazzam sahne dekorları ve boyalı panolar yerine, neredeyse hiç dekorsuz ve sadece tertemiz bir dille gösterilerini gerçekleştirirler. Konuların iddiası ya da gerçekliği o kadar da önemli değildir. Mucize oyunların yapısı gereği efsanevi, şiirsel ve ruh yolculukları içeren konular; zaten en çok ruhu bulanmış insanlar için bir ferahlık sağlamaktadır. Örneğin Hac Aktörleri’nin oynadığı kayıt altına alınmış birkaç oyunun adını saymak, bu insanların ne yaptığını anlamaya çalışmak adına bize fikirler verir sanıyorum. T.S. Eliot’un “Kilisedeki Katil”, James Berdie’nin “Tobias ve Melek” ya da Milton’un “Samson” oyunları, savaş yıllarında oynanmış birkaç oyundur. Ancak bu noktada atlanmaması gerektiğine inandığım bir tartışmayı açmakta fayda var bence… Umudu yıpranmış ya da kaybolmuş insanlara sadece telkin yoluyla aktarılacak bir yurtseverlik anlayışı yetersizdir. Asıl önemli olan bu yenik psikolojiden, nasıl gerçekçi ve işe yarayan bir direniş dürtüsünün canlandırılacağıdır. Ya da bunun yöntemleri neler olmalıdır? Yani bir çeşit sanatsal öğretmenlik devreye girmelidir. İşte bu düşünceyle, bir yandan oyunlar üzerinden yurtseverlik aktarılırken, bir yandan da insanlara, yurt savunmasında neler yapması gerektiğini öğreten oyunlar oynanmaya başlanmıştır. Tiyatro, tüm gücüyle insanlık ayıbı olan savaşa karşı barışçı yollarla savaş açmış, insan yüreğine doğru tüm şefkatiyle ellerini uzatmıştır. Ancak bu da yetmeyecektir. Cephe gerisinde kalanlara sunulan oyunlar, savaşın en çirkin yüzünü görmüş ve delirme aşamasını yaşayan ön cephe askerlerinde aynı etkiyi yapamazdı. Öyleyse tiyatro bir görev daha üstlenerek, iki cephe için, iki ayrı repertuvar hazırlamak zorunda kalmıştır. Cephe gerisindekiler için hem direncini arttırıcı, hem de öğretici oyunlar sunan tiyatro; ön cephe için müzikli klasiklerden, neşeli taşlamalardan ve vodvillerden yararlanma yoluna gitti. Çünkü savaşan her ülke askerlerinin üzerinde en fazla etki bırakan şeyin, onların gülmesini sağlayan gösteriler olduğu konusunda herkes hemfikirdir. Bir üçüncü tiyatro kolu da, “hastaneler ve yaralıların tedavi edildiği mekânlarda tiyatro” yapan koldur ki, bu anlayışın mekâna uygun bir kıvraklıkta olması gerektiğinden, bu guruplar en çok 3-4 kişiden oluşmaktaydı. Ve repertuvarları bir çeşit huzur hikâyelerinden oluşurdu. Aslında bilinenin aksine tiyatro alanında tutucu İngiliz gelenek tiyatrosunun yıkılışını ifade eden bu savaş günleri, büyük bir milletin zor günlerde neler yapabileceğini göstermesi adına da dikkatle incelenmesi gereken, sanata dair hikâyelerle doludur. Öyle ki İngiltere Savaş Tiyatrosu Spitfayer ya da Horikan uçaklarının göklerde yaptığını, bombalar altında yapan bir silaha dönüşmüştür. FRANSA / 1942 - 1943 Fransa’ya baktığımızdaysa iş biraz daha ilginçtir. Perde ve Sahne Dergisi’nin Nisan 1943’te yayınlanan sayısında (sayı22, sayfa 7) “Paris Mektupları ” başlığıyla kısacık bir yazı dikkatimizi çeker. “Harp, Paris’te tiyatroya rağbeti arttırdı ” diye başlayan yazı, oldukça iddialı istatistiki bilgilerle doludur. “… Tiyatrolar hiçbir mevsim bu sene olduğu kadar rağbet görmemişti. 1942-1943 kışında tiyatroya gidenler son sulh senesi olan 1938-1939 kışına nispeten yüzde yirmi artmıştır.” Yerleri haftalar önceden dolan tiyatrolar için ileri sürülen neden bana çok da inandırıcı gelmese de, döneme ait bir belge olduğundan bunu paylaşmak isterim. “Halkın tiyatrolara bu hücumu muhtelif sebeplere atfolunmaktadır. Satın alınabilecek ekseri maddeler vesikaya bağlı olduğundan halk parasını sarf edecek yer bulamıyor, evlere kömür pek az verildiğinden tiyatrolarda ısınmak imkanları temin ediliyor… Fakat asıl sebep halkın içinde yaşadığı ıstırap ve facia dolu hayattan, bilhassa ümitsizlikten bir an için kurtulmak, başka bir hayatın mevzuu içinde kalmak arzusudur… Tiyatrodan başka bizi ayrı bir alemde, kısa bir müddet için de olsa yaşatabilecek yer var mıdır? ...” Aynı sezon sadece Paris’te 38 güldürü, 12 operet tiyatrosu ve 13 müzikli sahne gösterisi yapılmış diyor istatistik… Bu istatistikî bilgiyi doğru okumaya çalışmalıyız. Ne deniyor? 38 güldürü… Bu bizim gibi mesleğin mutfağında olmayanlar için bile “normal” kabul edilemeyecek bir bilgidir. Her ne kadar savaşı cephelerde yaşamasalar da Fransa halkı işgal altında tiyatroyu adeta bir buluşma yeri, bir arada durabildiği bir direniş alanına dönüştürmüştür. Bu noktada bana ilginç gelen bir ayrıntıdan söz etmek isterim. 1862 yılında Baron Haussmann tarafından yaptırılan (ve hala görevde olan) bir tiyatro vardır Paris’te; Théâtre du Châtelet… Bu tiyatroyla Parisliler gurur duyarlar. Kapalı mekânının kapasitesi 2500 kişilik olan Châtelet Tiyatrosu, Fransızların “Kutsal Fahişe” dedikleri ve tarihin gelmiş geçmiş en büyük kadın oyuncusu kabul edilen Sarah Bernhardt’ın da sahneye çıktığı yerdir. Her ne kadar Sarah Bernhardt ikinci savaştan önce 1923’te ölmüş olsa da, bakın bu yazımıza neden konuk oldu? Anlatayım. Châtelet Tiyatrosu her ne kadar 30 Ekim 1862’de kurulmuş olsa da, asıl gücüne 1898 yılında Sarah Bernhardt’ın sahneye çıktığı günlerinde ulaşmıştır. Önce Sardou’nun “Tosca ”sı, ardından Edmond Rostand’ın “L’Aiglon ” adlı oyunlarıyla Châtelet’in sahnesinde bir yıldız gibi parlayan Sarah Bernhardt, ardından Schwob’un uyarladığı “Hamlet ”le tarihin ilk kadın Hamlet’i olarak tiyatro tarihine adını yazdırmıştır. Uzatmayalım bu fırtına gibi esen kadın oyuncu 26 Mart 1923 günü öldüğünde; dünya tiyatrosu için büyük ve acı bir kayıp olduysa da, asıl acı Fransızların yaşadığıdır. Günlerce yas tutan Fransızlar; “Ben bir oyuncuyum, aşkların ve öfkelerin çocuğuyum” diyen Sarah Bernhardt’ı büyük ve ulusal bir törenle anıt mezarına koyarlar. Zaten 1898 yılından beri Châtelet Tiyatrosu’nun adını değiştirip Théâtre Sarah Bernhardt diyen Fransızlar, 1941 yılında yaşadıkları Nazi Almanyası işgali ve işbirlikçi Vichy hükümetinin dayatmasıyla bir büyük acıya daha katlanmak zorunda kalırlar. Gurur duydukları tiyatrolarının adını “Théâtre de la Cite” (Şehir Tiyatroları) olarak değiştirmeye zorlanırlar… Neden? … Çünkü Sarah Bernhardt bir Yahudi’dir. Savaşın ölü ya da diri nerelere kadar etki yaptığını göstermesi adına bu hikâyeyi anlatmak, içimde derin bir hüzne yol açsa da… biz 1942-1943 sezonundaki Fransa sahnelerine geri dönelim. Sezonun en büyük sanat olayı, Comédie Française’de oynanan “Le Heine Morte” adlı oyundur. Ünlü Fransız romancı Henry Montherlant’ın bu oyunu büyük bir olay sayıldı o günlerde. Çünkü içindeki tartışmasız yüksek sentimentalizm dönem insanları için belki de insan olduklarını ve insanın en yüce değer olduğunu hatırlatmak adına en doğru seçimdi. Sonra Hébertol Tiyatrosu, Pierre Richard Wilm ve Edwige Feuiller tarafından oynanan Dumas’nın “La Dame aux Camélias” (Kamelyalı Kadın) oyununun 200. gösterimini o yıl yaparak, bir sonraki oyunlarını seçtiler: “Hamlet ”… 1937-1938 yılından beri sahnede olan “Altıncı Kat” oyunu da zaman zaman oynanmaktadır. Bu kez usta bir yönetmen ve oyuncu olan Louis Jouvet bu oyunu yönetmektedir. (Meraklısına Not; Paris’in işgali sırasında tiyatrosuyla birlikte turneye çıkarak, Nazilerle işbirliği yapan Vichy hükümetine karşı propagandayla uğraşan Louis Jouvet, savaşın bitmesine çok az kala döndüğü ülkesinde tutuklanıp, kısa bir süre de olsa, Auschwitz’e gönderilen bir tiyatro devrimcisidir. Savaştan sonra Legion Honor madalyası verilen büyük tiyatro adamı 1951 yılında ölmüştür.) Bir diğer sahnede de, ünlü Athénée sahnesinde, yazdığı duygusal güldürülerle tanınan Marcel Achard’ın “Colinette”si vardır. Yine aynı sahnede oyunun gücü kadar, o oyunda adını eşdeğerde yükselten Louis Jouvet’in oynadığı “Sodom ve Gomora” dönem dönem Fransız seyircilerine sunulmaktadır. (Louis Jouvet, “Altıncı Kat” oyununu turnede olduğu Amerika’da Fransızca oynarken, bir Arjantin topluluğu İspanyolca, Amerika’ya kaçmış Almanların oluşturduğu bir başka topluluk da Almanca oynamaktadır aynı günlerde.) İsterseniz biraz da Amerika’ya doğru uzanıp, oradaki savaş psikozu altındaki sanatın nasıl etkilendiğinden kısaca söz edip, yavaş yavaş yazımızı toplayalım. DEVAM EDECEK
 
Geri
Üst