Mustafa Kemâl'in uydurma şecereleri ve hakîkî mensûbiyeti (36)

  • Konbuyu başlatan Admin
  • Başlangıç tarihi
A

Admin

Yönetici
Yönetici
2. Akabe Bîati İşte Birinci Akabe Bîatinden sonra Medîne'de İslâm daha da sür'atle yayıldı. Bir sonraki sene Akabe’de bu sefer ikisi kadın olmak üzere 73 Medîneli Müslüman Peygamber’e bîat ettiler. Hicretten hemen önce bir gece yarısı Akabe denilen boğazda gizlice bir araya geldiklerinde bu insanlar şöyle yemîn ettiler: “Darda ve ferahda, sevincde ve kederde seni dinleyecek ve sana itâat edeceğiz. Seni kendi nefsimizden üstün tutacak ve himâyemiz altındaki âile efrâdımız gibi koruyacağız. İdârenin ehline verilmesinde birbirimizle çekişmiyeceğiz. Nerede olursak olalım hakkı söyleyecek, Allah yolunda kimsenin ayıplamasından çekinmiyeceğiz.” (Hamîdullah, Prof. Dr. Muhammed Hamîdullâh, İslâm Peygamberi. Hayatı ve Eseri, Müt.: M. Said Mutlu, İstanbul: İrfan Ye., 1966, 2. baskı, cild 1, ss. 97-103; İbn-i Hişâm, İslâm Tarihi. Sîret-i İbn-i Hişâm Tercemesi, Müt.: Hasan Ege, İstanbul: Kahraman Yl., 1985, c. 2, ss. 87-126; Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, Müellifi: Zebîdî, Müt.: Babanzâde Ahmed Naîm ve Kâmil Miras, Ankara: Diyanet İşleri Bşk. Yl., 1980, c. 1, ss. 34-35 Peygamber de onlara şöyle cevap vermişti: “Şu ândan îtibâren ben de sizdeniml Sizin kanınız benim kanım ve sizin affınız benim affımdırl” (İbn-i Hişâm’dan naklen Prof. Dr. Muhammed Hamîdullâh, Hz. Peygamber'in Savaşları, Müt.: Doç. Dr. Salih Tuğ, İstanbul: Yağmur Ye., 1972, s. 27) Müslümanlar cânibinde bu gelişmeler olur, Müslümanlar bu antimakyavelist, dîğer tâbirle peygamberî / cumhûrî siyâset telakkîsiyle İnsan Hakları Ahlâkına müstenid yeni bir cem’iyetin temellerini atarken, totaliter (“câhilî”) Müşrik cem’iyetinde de sırf kendilerinden farklı inanca sâhib oldukları için Müslümanlara karşı düşmanlık had safhaya varmıştı. Öyle ki onları dağıtıp bu ahlâkî cem’iyet projesini bertaraf edebilmek için, yıllarca boykot ve ambargo siyâseti uyguladıktan ve güclerinin yettiği Müslümanlara her fırsatta ezîyet ettikden sonra bütün bunların kifâyetsiz kaldığını görerek şimdi de o cem’iyetin liderine karşı bir cinâyet hazırlığına girişmişlerdi. Müslümanlar, bu dayanılmaz şartlarda varlarını-yoklarını terk ederek peyderpey ve gizlice Medîne’ye ilticâ ettiler. En son da Hz. Peygamber ve sevgili arkadaşı (“yâr-i gârı”) Hz. Ebû Bekir Mekke’yi terk ettiler, insanlığa örnek bir cumhûrî cem’iyet uğrunda büyük Hicret hâdisesi bu şekilde vukû buldu (yıl: M. 622). İlâhî ruhsat, münhasıran tedâfüî harbedir Ve ancak son raddeye varmış bu büyük zulüm karşısındadır ki Allâh-ü Teâlâ Müslümanlara savaş izni verdi. Aşağıdaki Âyetlerde İslâmda sâdece ve sâdece zulmü def’edip başta hayât hakkı ve kanâat hürriyeti olmak üzere topyekûn İnsan Haklarını têsîs etmek uğrunda harb edilebileceği husûsu pek vecîz bir şekilde ifâde edilmiştir. Buna göre: Hakîkî Müslümanlar o insanlardır ki kendilerine ve dîğer insan kardeşlerine yönelmiş zulmü gerektiğinde kanları, canları pahasına def’eder, ama aslâ haddi aşmaz, tecâvüzî bir harbe kalkışmaz, şiddete ancak leş eti yemedeki zarûret mik̆dârınca mürâcaat eder, kötülüğü iyilikle savmak mümkünken işi zorbalığa dökmez, başka hiçbir çıkar yol kalmadıkça silâha sarılmaz ve iktidârı ele aldıklarında da sadece iyilikle hükmeder, bütün şümûlüyle İnsan Haklarını têsîse çalışır, İnsanlığın tamâmının maslahatını gözetir, dâimâ mârûfu yaşatmıya, münkeri def’etmiye gayret sarfederler. İşte bu mânâları mutazammın olarak biz kullarına karşı pek merhametli, pek şefkatli, pek muhabbetli olan Yüce Yaradan meâlen şöyle buyurur: “Mukâtele edenlere kendilerine zulmedildiği için bu izin verilmiştir. Elbette Allâh onlara yardım etmeye kâdirdir. “Ki onlar ‘Rabb'imiz Allâh’dır’ dedikleri için haksız yere vatanlarından sürülmüşlerdir. Şâyet Allâh insanlardan bâzılarını dîğerleriyle def’etmeseydi, Allâh’ın isminin çokça zikredildiği manastırlar, havralar, kiliseler ve mescidler yıkılıp giderdi. Muhakkak ki Allâh Kendine yardım edenlere yardım eder! Allah kavîdir, azîzdir! “Onlar ki -arz üzerinde tarafımızdan kuvvetlice yerleştirilirlerse namazı kılar, zekâtı verir, mârûfu emredip münkerden nehyederler. Her şey âkıbet Allâh’a râcîdir. (Hacc-22-: 39-41; ayrıca Tevbe-9-: 13, Bakare-2-: 190, ilh...) [“Arz üzerinde tarafımızdan kuvvetlice yerleştirilirlerse”: kendilerine iktidâr verilirse…] Bir başka Âyet-i Celîlede de (teşbîhler mâzûr görülsün; fakat beşer olarak merâmımızı başka türlü ifâde edemiyoruz) kulları üzerine âdeta titriyen, onlara karşı sevgi, şefkat, merhametle dolup taşan Rabbülâlemîn insanın insana zulmünü tel’în ederek bu anlaşılmaz sapkınlığa karşı şöyle haykırır: “Siz ne oluyor ki: ‘- Yâ Rabbi! Ahâlîsi zâlim olan şu beldeden bizi çıkar, bize İndinden bir hâmî (velî) gönder, bize İndinden bir yardımcı (nasîr) gönder!” diye yakaran âciz (mustaz’af) erkekler, kadınlar, çocuklar için Fîsebîlillâh vuruşmuyorsunuz?” (Nisâ -4-: 75) Medîne Cumhûrî Devleti Evet, İkinci Akabe Bîatiyle bir Devlet olma yolunda en büyük adım atılmış oluyordu. Hem de o günün şartlarında olabildiğince cumhûrî bir Devlet... Çünki burada muayyen bir cem’iyetin tamâmen kendi hür irâdesiyle, gönül rızâsıyle İnsan Hakları Ahlâkını hayâta geçirecek bir Devlet kurma karârı bahis mevzûu idi. Yeni Devlete vücûd verecek topluluğun başlıca unsurları: - bir taraftan -o âna kadar birbirleriyle mütemâdî bir dâhilî harb hâlinde olan- Evs ve Hazrec kabîlelerinden müteşekkil Ensâr (“Yardımcılar”, Medîne’nin yerli Müslümanları), - dîğer taraftan Muhâcirîn (Mekke’den Medîne’ye hicret eden Müslümanlar) birbirleriyle uzlaşıyor, ahidleşiyor, kendi rızâlarıyle bir araya gelmeyi, birbirlerinin haklarına titizlikle riâyet esâsı etrâfında yeni bir cem’iyet teşkîl etmeyi kabûl ediyor ve başlarına da yine kendi reyleriyle bir reîs intihâb ediyorlardı. Bu hâdisede işin daha da şâyân-ı dikkat ciheti, -aynen Jean-Jacques Rousseau’nun kasdettiği mânâda- bu ictimaî mukâveleye (le contrat social) sâdece Müslümanların değil, Medîne’de yaşıyan veyâ Medînelilerle müttefîk̆ olan Yahûdi ve Müşrik Gayr-i Müslimlerin de müsâvî bir statüyle dâhil edilmiş olmasıdır. Şöyle ki: O zamân Medîne’nin sâkinleri arasında Ensâr kabîlelerinin müttefîk̆i olan Müşrik ve Yahûdi kabîleleri de bulunmaktaydı. Hattâ bunlardan Yahûdiler o zaman tahmînen 10 bin civârında olan Medîne nüfûsunun takrîben yarısını teşkîl etmekteydiler. (Hamîdullah 1966: 1/ 118) İşte Evs ve Hazrec kabîlelerinin müttefîk̆i olan bu geniş zümrenin dışlanması halinde, Medîne’de herhangi bir Devletin kurulmasından değil, ancak yeni bir hizbin ortaya çıkmasından bahsedilebilirdi. Lâkin hâl böyle olmamış, Medîne bütün ahâlîsiyle bu ictimâî mukâveleye dâhil olmuş, tamâmen kendi rızâsıyle yeni bir cem’iyet (“ümmet”), yeni bir Devlet (bir Cumhûrî Devlet) teşkîl etmeyi kabûl etmiştir. Hz. Peygamber’in Medîne Esâsiyesi Bu hâl, 2. Akabe Bîatinde Ensârın taahhüdüyle berâber zımnen ortaya çıktığı gibi, ayrıca bir “Kitab”, bir “Sahîfe” (Mukâvele) ile de pekiştirilmiş ve vuzûha kavuşturulmuştur. Bu da şu şekilde olmuştur: Evs ve Hazrec kollarıyle Ensârın hem birbirleriyle, hem de Muhâcirînle ittifâkı ve Peygamber’in liderliğini kabûl etmesi, gâyet tabiî olarak kendi müttefîk̆leri olan Yahûdi ve Müşrik kabîleleri de taahhüd altına sokuyordu. Ensârın, kendi müttefîk̆lerinin de bu işe rızâ göstereceğini hesâba katmadan böyle bir teşebbüsde bulunması elbette düşünülemezdi. Ama yine de bu husûsun açıklığa kavuşturulması şarttı. Nitekim taraflar arasında birkaç kademeli bir anlaşma ile bu husûs da hemen ilk fırsatta hâlledilmiştir. Bu anlaşma (“Kitab”, “Sahîfe”) “Medîne Esâsiyesi”dir. Hindistan menşêli büyük İslâmiyatçı Prof. Dr. Muhammed Hamîdullah, mes’eleyi târihî planda müzâkere ettikden sonra, bu anlaşma metninin “dünyânın ilk yazılı resmî esâs kanûnu” olduğunu kaydetmektedir. Dünyâda ilk def’a bu Vesîkanın târihî ehemmiyetini ortaya koyan Üstâd Hamîdullah, (orijinali Fransızca olan) “İslâm Peygamberi” isimli pek kıymetdâr eserinde bu husûsla alâkalı tesbîtini şöyle îzâh ediyor: “Hz. Muhammed, Müslimlere ve Gayr-i Müslimlere danıştı ve hepsi bir site devleti hâlinde teşkîlâtlanmak üzere Hz. Enes’in evinde toplandılar. (Buharî, 96: 17, no 17.) Anayasa resmen bir kâğıda yazıldı. Bu metnin tamamının bize kadar gelmiş olması büyük bir bahtiyarlıktır. (Arapça metin için bkz. İbn-i Hişam, Ebu Übeyd, İbn-i Hayseme, v.s. Bunlar benim El-Vesâiku’s-siyâsiye isimli kitabımda zikredilmiştir...) Bu vesika sadece ilk İslâm Devletinin Anayasası olmakla kalmamakta, aynı zamanda bütün dünyada yazılı ilk anayasayı teşkil etmektedir. Aristo, Konfiçyüs, Kavtiliya’nın çalışmaları, hükümdarlar tarafından vaz’edilmiş anayasalar değildir; bunlar sadece prensler ve siyasî ilimler talebeleri için öğrenim vasıtalarıdır. Aristo’nun yazmış olduğu ‘Atina Anayasası’ dahi, bu site devletinin daha ziyade tarihî bir tasvirinden başka birşey değildir.” (Hamîdullah 1966: 1/122. Kitabın 118-134. sayfalarında Medîne Esâsiyesi derinlemesine tedkîk edilmiştir.) Peygamber devrinin şartları dikkate alınmak şartıyle, tam bir Cumhûrî Esâsiye Üstâd Hamîdullah’ın, Medine Vesîkası hakkındaki tesbîtine bizim ilâvemiz de şudur: Bu metin, hem de asrî Cumhûriyet anlayışıyle, “dünyânın ilk yazılı ve resmî mâhiyetteki Cumhûrî Esâsiyesi”dir. Çünki bu metinde, cumhûrî bir Esâsiyenin şu üç esâs şartı da yerine gelmiştir: 1) Temel İnsan Hak ve Hürriyetlerini têmînat altına almak, 2) Millî (ictimâî) uzlaşmanın (ahidleşmenin) ifâdesi olmak, 3) Devletin uzuvlarını (müesseselerini) cumhûrî rûha muvâfık olarak halkın irâdesiyle tâyîn etmek. Tabiî, burada, devrin ölçülerini nazar-ı dikkate almak îcâb eder. Bahis mevzûu olan şey, ilk merhalede, en nihâyet kasaba cüssesinde bir Devletin têsîsiydi. Bu bakımdan elbetteki bugünün mütekâmil ve devâsâ cem’iyet ölçülerine uygun bir cumhûrî Esâsiyede bulunan şeyleri orada aynen görmek beklenemez. Fakat o metin, her şeyden evvel, İslâmın büyük cumhûrî potansiyelini ortaya koymak nokta-i nazarından fevkalâde ehemmiyeti hâizdir.Yoksa, muhakkak ki “İslâm Cumhûriyeti” anlayışı da İnsanlığın tekâmülüne muvâzî olarak tekâmül etmiye devâm edecekdir. İslâm tarafından o günki (Asr-ı Saâdetteki) târihî çerçeveye uygun şekilde yapılmış siyâsî, ictimâî, iktisâdî, v.s. düzenlemenin bugün bizim için aynen taklîd edilmesi değil, sâdece onlardaki rûhun, ahlâkî mesajın kavranılması ve onlardan ilhâm alınması bahis mevzûu olduğu gibi, bu hâl aynen esâs kanûn için de cârîdir. Her ne olursa olsun, Medîne Esâsiyesi’nde bu üç şart da tahakkuk etmiştir derken: a) İctimaî uzlaşma-ahidleşme esâsının kemâliyle yerine geldiğini görmekteyiz. b) İnsan Haklarının ise hayât hakkı, can-mal emniyeti, mülkiyet hakkı, ictimâî dayanışma, halkın rızâsına müstenid iktidâr, vicdân hürriyeti, müsâvât, kardeşlik, adâlet... gibi bellibaşlı bütün esâsları doğrudan veyâ dolaylı bir sûrette o metinde ifâde edilmiştir. Ancak o metnin geri planında ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’in de bulunduğunu ve böylece Kitâbullah’ın da İnsan Hakları planında o metni desteklediğini unutmamak lâzımdır. Kitâbullah’da ise, meselâ 1948 Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Cihânşümûl Beyânâmesi’nin bütün maddeleri mündemicdir; hattâ noksânı yoktur, fazlası vardır. (Photo: 20.3.2025) Rahmetli Prof. Dr. Muhammed Hamîdullâh’ın vesîkalık fotoğrafı, Le Prophète de l’Islam, sa vie, son œuvre ünvânlı pek kıymetli eserinin 1959’daki ilk baskısının (Pâris: Librairie Philosophique J. Vrin) 1. cildinin kapağı ve Hz. Peygamber’in Medîne Esâsiyesi’ne dâir çalışmasının Fransızca kitab baskısı (Éditions Heritage, 2023, 79 p.)… Hz. Peygamber’in Medîne Esâsiye’sini dünyâya tanıtan ve onun İnsanlık târihindeki büyük ehemmiyetine dikkat çeken ilk müellif Hamîdullâh Üstâd olduğu hâlde, Türkiye’de bâzı müelliflerin, onun bu rolünü tebârüz ettirmeden, hattâ onu hiç zikretmeden o Esâsiyeyi bahis mevzûu ettiklerini esefle görüyoruz. Müslümanlar kadirşinâs olmalı değil midir? Zâten, o metnin büyük ehemmiyetini anlıyamamış oldukları için, ondan “Medîne Senedi” veyâ “Vesîkası” diye bahsediyorlar… ***
 
Geri
Üst