A
Admin
Yönetici
Yönetici
“İslâmı asrın idrâkine söyletmek” Binâenaleyh sağlıklı bir İslâm anlayışına ulaşmak için hemen hemen münhasıran Kur’ân-ı Kerîm’den yola çıkmamız lâzım geldiği iyice anlaşılmış olsa gerekdir. Yânî Mehmed Âkıf merhûmun o muhteşem deyişiyle: “Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı, Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâmı!” Ne var ki bu da pek kolay bir iş değildir ve bu noktada da dikkat edilmesi îcâb eden birçok husûs vardır. Öyleyse Kur’ân’ı mânâlandırırken ne gibi husûslara dikkat etmeliyiz? Bu mevzûda çok şey söylenebilirse de bizce bunların en mühimleri şunlardır: 1) Âyetlerin metin bütünlüğü (yânî Âyetleri metnin gelişini, öncesini-sonrasını -sibâk ve siyâkını- ve metnin tamâmını dikkate alarak mânâlandırmak, çok def’a yapıldığı gibi her birini tek tek ele alıp yorumlamamak; ayrıca onları Sûre ve Kitap bütünlüğü içinde değerlendirmek); 2) Hükmün hikmeti (esâs olan hükümlerdeki rûhdur, gâyedir, “mekâsid-i şer’iye”dir; ona ulaşmak için ortaya konan vâsıta veyâ hükmün şekli -târihî / ictimâî şartlarla mütenâsib olarak- değişkendir); 3) Târihî çerçeve (hükümler târihî-ictimâî şartlarla sıkı sıkıya irtibâtlı olduğundan mûteberlikleri de o şartlarla mukayyeddir); 4) Kitabı kendisinden hareketle anlamak (elzem olmadıkça Hadîsleri devreye sokmamak, An’anevî İslâm Telakkîsinin tefsîrlerine karşı fevkalâde müteyakkız bulunmak, Âyeti –mümkün mertebe-sâdece kendi ifâdesinden hareketle ve diğer Âyetlerin yardımıyle anlamayı düstûr edinmek); 5) İhlâs (Âyetleri büyük bir dürüstlükle ele almak, keyfî tefsîrden ölüm gibi çekinmek, onlarda aradığını bulmıya çalışmak yerine, ne kadar kendine aykırı da gelse, onların ne dediğine bakmak, Âyetlere kendi indî temâyüllerimize, heveslerimize muvâfık mânâlar yakıştırmamak, Âyetlerle oynamanın bizi en şiddetli İlâhî Gazâba müstahak kılacağı şuûruyla davranmak; kezâ, aynı hassâsiyetin netîcesi olarak, Âyetleri mümkün mertebe harfiyen tercüme etmek ve Âyet hakkındaki hâşiyeleri, Âyetin hâricinde köşeli mûteriza içinde vermek)… İşte ana hatlarıyle bu çeşit bir ilmî tefsîr usûlüyle Kur’ân-ı Kerîm’i tedkîk ettiğimiz zaman, orada, sarîh veya zımnî bir ifâdeyle, Birleşmiş Milletler Cihânşümûl İnsan Hakları Beyânnâmesi’nde yer alan bütün Hakların (dolaylı olarak Vecîbelerin) münderic olduğunu görüyoruz. Yalnız, Ilâhî Kitab’ın yapısı îcâbı, bunlar, hep bir arada yer almak yerine, Kitabın tamâmı içine serpilmiş vazıyettedir ve bir kısım hükümler mantıkî olarak dîğerlerinden istidlâl edilecek şekildedir. (Nitekim İ.H.C.B.’de de bu hükümlerin birçoğu birbirinden istidlâl edilmiştir, birbirinin mantıkî netîcesi mâhiyetindedir ve hepsinin özü de 1. Maddedir.) Kur’ân’da İnsan Haklarıyle çatışan husûslar mevcûd mudur? Mâmâfih, İlâhî Kitâb’da yer alan birçok husûs, İnsan Hakları zâviyesinden büyük birer mes’ele teşkîl etmektedir. İlk ânda İnsan Haklarına muhâlif hükümler ihtivâ eder gibi görünen birçok Âyet mevcûddur. Fakat, bunun sebebi, Âyetlerin, yukarıda îzâh ettiğimiz ilmî tefsîr sistematiği ile değil de, ya sathî, üstünkörü bir okuyuşle, ya da Hadîsler, Klasik Fıkıh ve Klasik Tefsîr ile, yânî Rivâî İslâm Telakkîsinin têsîri altında değerlendirilmesidir. Kur’ân’da ilk bakışta İnsan Haklarına muhâlif hükümlerin bahis mevzûu olduğu bellibaşlı dört mes’ele şunlardır: 1) Kölelik, 2) Kadının Statüsü, 3) Hadler (Hırsızlık, zinâ, cinâyet gibi suçların dünyevî cezâları), 4) Beşer Kardeşliği. Bunlardan belki en hâlli zor olanı Beşer Kardeşliğidir. Bu husûsda hâlledilmesi lâzım gelen başlıca mes’eleler de şunlardır: 1) Kur’ân’da sırf insan olmak haysiyetiyle insanın kadri tanınmış mıdır ve yine aynı sıfatla Allâh’ın bütün insanlara sevgisi var mıdır? 2) Cennet ve Cehennemin hakîkî mâhiyeti nedir? Bilhassa Cehennem insanları dahi tiksindiren bir işkencehâne midir? (Ki böyle bir anlayışı telk̆în eden bir dînin İnsan Hakları ve Beşer Kardeşliği inancıyle uyuşamıyacağı meydandadır.) 3) Gayr-i Müslimlerle münâsebetlerde müsâvât, karşılıklı sevgi ve saygı, kısaca Beşer Kardeşliği rûhu mu geçerlidir, yoksa onlarla dostluk yasaklanmış, kendileri ikinci sınıf insanlar statüsüne itilmiş ve kardeşlik Müslümanlarla mı sınırlandırılmıştır? 4) Cihâd, bir nevi İslâm Emperyalizmi mi demekdir, yânî hedefi bütün dünyânın Müslümanlara boyun eğmesi midir? Dîğer tâbirle, Cihâd, dünyâ çapında totaliter bir nizâm kurmak için yürütülen amansız savaş ve Müslümanlar da böyle bir sınırsız savaşın fanatik robotları mıdır? Rivâyetciler, umûmiyetle, bütün bu mes’eleleri alabildiğine dogmatik, fanatik ve totaliter bir tavırla ele almışlar ve hiçbir sûretle İnsan Hakları Ahlâkıyle kabil-i têlîf olmıyan hükümlere ulaşmışlardır. Hâlbuki biz, yukarıda hülâsa ettiğimiz tefsîr usûlüyle Kur’ân-ı Mübîn üzerine muhlisâne eğildiğimizde, tamâmen aksi netîcelere varmakta ve zıddıyetin sun’î olduğunu müşâhede etmekteyiz. (Robot olarak yaratılmamış) insanoğlunun “Mülkiyet Hakkı” ink̃âr olunamazken, “Hüküm Hakkı” nasıl ink̃âr edilebilir? Yine İnsan Haklarının (dolayısıyle Cumhûrî Nizâmın) bir rüknü olan Cumhûrî Teşrî mes’elesini ele aldığımızda da bu mevzûda sürüp giden çekişmelerin ne kadar yersiz olduğunu görmekteyiz. Çünki: 1) Cumhûrî Teşrîin Vicdân Hürriyeti (Kanâat / Farklılık Hürriyeti) cephesi Kur’ân nokta-i nazarından hiçbir mes’ele teşkîl etmemektedir; hattâ belki bu hürriyeti Kur’ân kadar mutlak ve sarîh bir şekilde ifâde etmiş bir başka Mukaddes Kitâb gösterilemez. İslâm adına Vicdân Hürriyeti bakımından Cumhûrî Nizâmla mes’ele teşkîl eden bütün hükümler (kat’iyen Kur’ân’a değil) sâdece ve sâdece bir kısım Hadîslere ve onlar üzerine kurulu Klasik Fıkha (bir kısım Fıkha) dayanmaktadır. 2) Cumhûrî Teşrîin İlim Zihniyeti cephesi ise esâs îtibâriyle beşerin teşrî, yâni kânûn vaz’etme salâhiyeti olarak mes’ele teşkîl ediyor. Rivâî İslâm Telakkîsi bu mevzûda çok insicâmsız bir iddiâda bulunuyor: Mâdemki “Hüküm ancak Allâh’ındır!” (Yûsuf -12-: 40), o hâlde kulun yeryüzünde hâkimiyet iddiâ etmesi ve o hâkimiyetin en âşikâr alâmeti olarak teşrî faâliyetine kalkışması, Allâh’ın hâkimiyetini tanımamaktır, O’na isyândır... [Âyetteki “hüküm” tâbiri, hâkimiyet ve kazâ salâhiyeti mânâsındadır…] Ne var ki mutlak olarak mülk de ancak Allâh’ındır (Teğâbün -64-: 1; Fâtır -35-: 13; Hadîd -57-: 10; Mülk -67-: 1). Hattâ mutlak olarak Allâh’dan gayri mevcûd hiçbir şey de yoktur; çünki bütün mahlûkât sâdece O’nunla, O’nun İrâdesiyle kâimdir. Dahası: Kur’ân, Müşriklikle köklü bir kopuşu ve Tek İlâh’dan başka hiç kimse veyâ hiçbir şeye bel bağlanmamasını sağlamak için (gemi yapmadan ok atmaya, savaşta zafer kazanmadan îmân veyâ inkâr etmeye kadar insanoğlu tarafından) yapılan her şeyi dahi (eşyânın Yaratıcısı ve hâdiselerdeki kânûniyetlerin yegâne vâzıı, -Ahmed Cevdet Paşa merhûmun da kullandığı tâbirle- “illet-i ûlâ” olarak son tahlîlde) Allâh’a atfetmektedir. Pekâlâ, mülk hakkında yukarıdaki tesbît, bizi, kulun mülkiyet hakkını inkâra götürmekte midir? Tabiî ki hayır! Çünki bize (mutlak değil ama izâfî, şu geçici dünyâ hayâtımızla sınırlı) mülkiyet hakkını tanıyan da yine Bizzât O Mutlak Mülk ve Hükümrânlık Sâhibidir. Nitekim Rivâî İslâm Telakkîsinde de insanın Mülkiyet Hakkı en mukaddes haklar cümlesinden olarak tanınmıştır. Aynen öyle de kulun yeryüzünde hükümrânlık ve teşrî hakkı vardır ve bu “tabiî hakk”ın kaynağı doğrudan doğruya Cenâb-ı Hak’tır, Mutlak Hükümrân ve Şârî Olan’dır. İşte Rivâî İslâm Telakkîsinin büyük hatâsı, teşekkül ettiği çağın şartları sebebiyle de, mes’elenin bu püf noktasını farkedemiyerek müfrit iddiâlar ortaya atmasıdır. Üstelik Rivâî İslâm Telakkîsinin bu ifrâtı, pratik tarafından da tamâmen nakzedilmiştir. Çünki Kur’ân’ın sâdece birkaç yüz Ahkâm Âyetine mukâbil Rivâî İslâm Telakkîsi binlerce, on binlerce hüküm ortaya koymuştur. Yânî Klasik Fıkıh çerçevesinde fakîhler muazzam bir teşrî faâliyeti yürütmüşlerdir. (Sultan / Pâdişâh ferman ve kanûnnâmeleri de cabası...) Öyle ki bugün “Şerîat = Allâh’ın Kânûnu” iddiâsıyle tekrâr mer’iyete konmak istenen, bu beşer yapısı kânûnlardan başka birşey değildir. İnsanoğlu, pek girift bir ictimâî hayâta vücûd vererek, onu tanzîm eden pek güzel kânûnlar vaz’ederek, müesseseler geliştirerek teşrî hak ve salâhiyetini bilfiil isbât etmiştir Bu meyânda, “Rivâî İslâm Telakkîsinin beşerin teşrî hakkı olmadığı şeklindeki hükmü, pratik tarafından da tamâmen nakzedilmiştir” şeklindeki tesbîtimizin bir dîğer cephesi, Gayr-i Müslim Âlemdeki teşrî faâliyetidir. Bilhâssa son asırlarda, Garb Âleminde, muazzam bir teşrî faâliyeti cereyân etmiştir. O derecedeki Rivâî İslâmın cenderesine sıkışıp kalmış İslâm Âlemi, bu husûsta, Garb Âleminden pek gerilerde kalmış ve o Âlemden pek çok kânûnlar ik̆tibâs etmek mecbûriyetinde kalmıştır. Bu vâkıadan iki mühim tesbît istihrâc olunuyor: 1) İnsanoğlu, Yüce Hâlik tarafından, aklıselîmine, Tecrübî İlimlere, Felsefî Tefekküre istinâd ederek hayâtının her cephesini tanzîm edecek kânûnlar vaz’etmiye, teşrîde bulunmıya müstâid pek şerefli bir mahlûk olarak yaratılmıştır… 2) İnsanoğlunun bu istidâdı ve bu istidâdının tezâhürü olarak ortaya çıkan fiilî vazıyet, onun teşrî hak ve salâhiyeti olmadığı iddiâsını tekzîb etmektedir… Üstelik, o, hür ve dinamik bir tavırla, İslâmdaki teşrî faâliyetini dar ve değişmez (statik) kalıblara sıkıştıran Rivâyetci Müslümanlardan çok daha tatmînkâr bir hukûk sistemi ve kânûn manzûmesi binâ edebilmektedir… Aynen gâyet girift, ileri cem’iyet modelleri de geliştirebildiği gibi… Binâenaleyh, âşikâr realiteye gözlerini kapıyarak beşerin teşrî salâhiyeti olmadığını iddiâ edenler, ancak kendilerini kandırıyorlar… Kur’ânî İslâmda ruhbân sınıfı yoktur Bir de, An’anevî İslâm Telakkîsinin tavrında, İslâmın rûhuna, dînler târihindeki orijinal rolüne tamâmen ters bir şekilde, sun’î olarak bir ruhbân sınıfı (Ulemâ / Meşâyih / “Veliyy-i Emr”) ihdâs edip (hâlbuki İslâmın dînler târihinde yaptığı en büyük bir inkılâb da kendi nâm-ı hesâbına ruhbân sınıfını kat’iyen reddetmiş olmasıdır) Dîni bu sınıfın inhisârına verme, böylece oligarşik bir tahakküm mekanizması kurma temâyülü görülmektedir. “Hüküm ancak Allah’ındır!” Âyetini paravan ederek Allâh adına kendileri konuşuyor, kendileri hükmediyor ve An’anevî İslâm Telakkîsi, bu cephesiyle de tipik bir Teokrasi örneği olarak karşımıza çıkıyor… Böylece iddiâ ve ithâmlarının aksine, maslahata muvâfık “beşer eseri” kânûnlarla cem’iyete istikâmet vermek isteyen Cumhûriyetciler (veyâ Cumhûrcular) değil, asıl bu sun’î ruhbân sınıfı insanların dînî inancına tasallut ederek, kul ile Allâh arasına girmiye kalkışarak haddi tecâvüz etmekte, dolaylı olarak ulûhiyet taslamış olmaktadır… Mâmâfih, “Sözde-Şerîatciler”, şu îtirâzda bulunabilirler: Bizim teşrî faâliyetimiz Kitâb ve Sünnete istinâd ettiği için yine de biz mutlak Şârî (Kânûn Vâzıı) değiliz; üstelik bize bu salâhiyet bizzât Kitâb ve Sünnet tarafından verilmiştir... Pek güzel! Fakat, birincisi, bu iddiânız, yine de “Şer’î” Kânûnlarınızın “beşer eseri” olması keyfiyetini değiştirmiyor; ikincisi de, sizin bu müddeânızın hemen hemen aynen Cumhûrî Teşrî faâliyeti için de cârî olduğu söylenebilir. Şu kadar ki bu faâliyet sizinki gibi basît taklîd mantığıyle değil, yaratıcı bir şekilde İlim Zihniyetiyle yürütülmektedir. Şöyle ki: Cumhûrî Teşrî faâliyetinde de kul mutlak Şârî değildir; çünki aklı, ilmi her şeyi Allâh’dan gelmektedir ve teşrî faâliyetine müsâade eden, ona bu salâhiyeti veren Bizzât Yaradan’dır, Mutlak Şârî’dir. Gâyet tabiî, bununla, her beşerî teşrî faâliyeti de dolaylı olarak İlâhîdir (“Şer’î”dir), yâni İlâhî Rızâya muvâfıktır demek istemiyoruz. Yalnız, Cumhûrî Teşrîin şu husûsiyeti vardır: Kânûnlar insanların maslahatını gözetmek zorundadır, o maslahat ancak İlim Zihniyetiyle tesbît edilebilir ve nihâyet İlim Zihniyetiyle maslahata muvâfık olarak tesbît edilen hukûkî hükümler (kânûn lâyiha ve teklîfleri) münhasıran halkın irâdesiyle kânûnlaşıp tatbîkâta konabilir... İşte cumhûrî kânûnları, (Kur’ânî mânâda) “Şer’î”, yâni İlâhî Rızâya muvâfık kılan onların bu husûsiyetidir. Çünki Kur’ân’ın bize gösterdiği teşrî usûlü de esâs îtibâriyle bundan ibârettir. Kur’ân-ı Mübîn, muhtelif vecheleriyle bize Cumhûrî Teşrîi telkîn ediyor Filhakîka, zihnimizi An’anevî İslâm Telakkîsinin cenderesinden kurtararak Kur’ân-ı Hakîm’i tedkîk ettiğimizde bizi bu cumhûrî anlayışa götüren birçok husûs dikkatimizi çekiyor, ki başlıcaları şunlardır: 1) Tecrübî İlim Zihniyeti (Kâinatın reel olarak mevcûdiyeti, tabîatin insana nisbetle objektif ve sâdece Allâh’a nisbetle projektif olması mevzûası, bütün tabiî hâdiselerde illiyet kâidesinin cârî ve hepsinin keşfedilebilir kânûniyetlere tâbi olması, aklıselîmin hakîkati keşfetme kâbiliyetine îtimâd, müşâhede ve tecrübe usûlüyle hakîkati arayış…); 2) İmtihân felsefesi (yaratılış hikmetimiz imtihân edilmekdir); 3) “Hüsün ve kubuh” (güzel veyâ çirkini, iyi veyâ kötüyü, doğru veyâ yanlışı kul aklıselîmiyle bizzât idrâk, bizzât tesbît edebilir); 4) Maslahat esâsı (bütün hükümlerin maslahata mebnî olması, “celb-i maslahat / def’-i mefsedet”); 5) İnsanın yeryüzünde hilâfeti; 6) Tekâmülle yaratılış (cansız ve canlı âlemlerin tekâmülü, ictimâî tekâmül); 7) Kur’ânî Şerîat mefhûmu (“Şerîat”, Nebîlerin teblîğinin ictimâî tekâmüle muvâzî olarak değişen cephesidir; değişmiyen Akâiddir, Ahlâktır); 8) Kur’ânî nesih mefhûmu (Kur’ân’ın kendi içinde “nesih” yoktur; fakat bir kısım geçmiş şer’î hükümlerin neshi bahis mevzûudur); 9) Târihî çerçeve (Kur’ân târihî bir Kitabdır; bâhusûs ictimâî hayâta müteallik Kur’ânî hükümler târihî çerçeveye sıkı sıkıya bağlıdır); 10) Teşrîde tedrîcîlik esâsı; 11) Meşveret esâsı (cumhûrî / istişârî cem’iyet, çok seslilik, farklılık hakkı, hür seçimlerle teşekkül etmiş Millet Meclisi, vekâlet sınırları içinde millî temsîl, millî icrâât); 12) Hâtemülenbiyâ inancı; 13) Bîat müessesesi (umûmî rey, rekâbete dayalı serbest milletvekîli seçimleri, kânûnlar dâhilinde icrâât yapan ve murâkabe edilebilir temsîlî hükûmet)… Ayrıca, Hz. Peygamber’in “Medîne Esâsiyesi” örneği (“Sünnet”i) de bize hep ısrârla Cumhûrî Nizâmı telkîn eden husûslar cümlesindendir. İşte bu gibi mütâl̃aalarla bizim ulaştığımız netîce, Rivâî İslâm Telakkîsinin hilâfına olarak, Cumhûrî Nizâm ve Cumhûrî Teşrîin “Küfür” olmak şöyle dursun, bizzât İslâmın şiârları, en büyük birer düstûru oldukları şeklindedir. Tabiî ki mevzû fevkalâde geniştir ve Âyetlerle, karşılıklı îtirâz noktalarıyle enine boyuna tartışılmıya muhtâcdır. Nitekim biz de bu maksadla, 1980’li, 1990’lı senelerde, peyderpey, Cumhûrî Nizâmın İlâhî Temeli (veyâ Kur’ân-ı Kerîm’de Cumhûrî Nizâm) isimli oldukça hacimli bir çalışma kaleme aldık, fakat bâzı yakın arkadaşlarımızda birer nüshası mahfûz bulunan bu çalışmayı maâlesef neşretmiye imkân bulamadık. Bu Fasıldaki iddiâlarımızın mufassal delîlleri o kitabda mündericdir. (Yine de onlardan mühim bir kısmını işbu Kur’ânî Milliyet Telakkîsi ve Irkçılık Sapması isimli kitab çalışmamıza dercetmiş bulunuyoruz. –Kasım 2015 Hâmişi-) Her hâlükârda, inancımız odur ki Türkiye’mizde (ve dîğer ülkelerde), hiçbir zoraki têvîle sapmadan tamâmen samîmî bir inancla güclü bir “Cumhûrî İslâm Hareketi” mayalanmadan Gerçek Cumhûrî Nizâmın inşâsı mümkün olmıyacak ve İslâm mes’elesi hem ülkemizde, hem dünyâda büyük bir huzûrsuzluk kaynağı olarak mevcûdiyetini devâm ettirecekdir.