A
Admin
Yönetici
Yönetici
Fırıncıya “akşama ekmek ayır”, bakkala “bunları deftere yaz dönünce ödeyeceğim” rahatlıkla söylenebilirdi ya da paran çıkışmayınca eksik olan kısmı için “bir ara bırakırsın” cevabını alabilirdin. Meyve sebzeler tezgahtakinden farklı çıkmışsa “çürük çarıkları araya sıkıştırmışsın” diye hesap sorabilirdin. Tavır yapıp ertesi gün selam vermeden dükkanının önünden geçtiğinde de duyacağın şekilde sitem yapılırdı.
Kendi dinamikleri içinde alışverişin de bir raconu vardı. Alkol satan büfede “zevkin veresiyesi olmaz” yazardı ve Allah’ın adına yemin etsen de sigara, alkol veresiye alamazdın. “Borç vereyim ama benden veresiye isteme” şeklinde kolpalar yapılırdı. Siftah yapılmadan asla veresiye verilmezdi. Başka yerden alışveriş yapıldığında bakkalın önünden değil de arka sokaktan eve dönme hassasiyetleri olurdu insanların.
Enflasyon, geçim sıkıntısı bu günlerde olduğu gibi yine vardı ama insanlar karamsar değillerdi. Mutlu olmasalar dahi geleceğe yönelik ciddi endişeleri yoktu. Olana şükreden, olmayan sabreden halleri vardı.
O dönem kamyon, otobüs gibi büyük araçların arkasında ağlayan çocuk resmi ile mahalle bakkallarında “peşin satan-veresiye satan” resimleri mutlaka olurdu. Bir de görünür bir yerde yazılı olan ve anlamını çok merak etmediğim, hemen hemen her dükkanda olan “müşteri velinimetimizdir” yazısı.
Çok sonradan öğrendim velinimetin “birine, etkisi yaşam boyu sürecek bir iyilikte ve bağışta bulunan, ona çok büyük iyiliği, yardımı dokunan kimse” olduğunu.
Bizim kaba, dik, eyvallahı olmayan esnafı çok iyi tanıdığımdan onların da benim gibi manası bilmediklerini sanıyorum. Müşteriye bu kadar abartılı minnet edecek adamlar değildiler ama şimdilerde olduğu gibi herkesi ütmeye çalışan tipler de değildiler. Müşteri ile olan muhabbetlerini fiyakalı sözler üzerine kurmazlardı. Fiyat- maliyet analizini sesli yaptığınızda ya da “bunun gelişi ne kadar olabilir ki diye” sorduğunuzda aldığınız cevap en fazla “almazsan alma” olurdu. Bu kısa münakaşalar, sonuçta komşu olan esnaf-müşteri ilişkilerini yerle yeksan etmezdi. Diplomasi maslahatgüzarı seviyesine inmeden “naber komşu, selam sabah yok mu” sitemiyle normalleşirdi. Sonrasında kerhen de olsa selam verilir, hâl hatır yine sorulurdu.
Kimse kendini bir şey sanmazdı ve diğerlerinden üstün görmezdi. Gösteriş budalalığı hastalık olarak literatüre girmemişti. Helvadan put yapılıp yenmezdi. O günlerde basit, sıradan ortalama bir hayat vardı. Herkes birbirini tanır, kimdir, necidir, nerden gelmiş, ne iş yaptığı bilinirdi.
Kendinden olmayanları “öteki” görse de yabancılaştırmazdı. Aynı camiye gidilir, çocuklar aynı okula gönderilirdi. Aynı pazardan alışveriş yapılırdı.
Şimdilerde öyle mi?
Okullar ayrıldı, mahalleler ayrıldı, toplumsal yapı içerisinde mesafeler gittikçe açıldı. Sosyal, iktisadi ve siyasi mesafeler üzerinden tahammülsüz, şiddete meyilli bir dil gelişti.
Bir tarafta her hadiseden din ve mukaddesat düşmanlığı yapanlar. Diğer tarafta eleştiren herkesi vatan, millet düşmanı yapanlar kıyasıya bir yarışa girmişler.
Peşin hükümler dört bir yanımızı sarmış. Solcuysan dinsiz, mukaddesatçıysan yobazsın.
Kimine göre ne yapılıyorsa doğru, kimine göre de ne yapılıyorsa yanlış. Ön yargılar, sloganlar, semboller, algılar hakikatin yerini almış. Olaylar, durumlar faillerine göre değerlendiriliyor.
Kimin sesi daha çok çıkıyorsa O haklı olduğunu düşünüyor. Pazardaki esnaf misali kim daha çok bağırıyorsa en çok müşteri ona geliyor olmalı ki bağırmaktan gözleri pörtleyen tipler başımıza musallat olmuşlar.
Bağıranlar, çağıranlar, itiş kakışlar, bitmek bilmeyen tartışmalar. Tüm enerjimizi sövüp saymalara ve karşı kaleye gol atamaya harcıyoruz.
İdeolojiler, sloganlar, ezberler altında o’cusun bu’cusun suçlamaları ya da methiyeleri her alana sirayet etmiş.
Sadece çevre değil adab-ı muaşeret ve dil de kirletiliyor. Sigara izmaritini yere atmıyorsan, pet şişeyi geri dönüşüme atıyorsan, yerlere tükürmüyorsan, emniyet şeridini keyfi olarak kullanmıyorsan gerçek ülkücü, gerçek milliyetçi sensin.
Kırmızı ışıkta duruyorsan, yayaya yol veriyorsan, kaldırıma park etmiyorsan, yiyeceğin kadar ekmek alıp israf etmiyorsan, dilek ağacı gibi sağa sola ekmek poşetleri asmıyorsan elektrikli süpürge çalıştırmadan önce saate bakıyorsan gerçek devrimci, gerçek ilerici sensin.
Bu ülkeye hizmet etmek için herkesin cumhurbaşkanı, milletvekili, avukat, doktor olmasına ihtiyaç yok işini iyi ve de layıkıyla yapan birey olması yeter de artar bile.
Namazında niyazındadır, O’ndan zarar gelmez. Atatürk devrimlerinin yılmaz savunucusudur, O’ndan zarar gelmez ön kabullerine teslim olmuş irade; ehliyet ve liyakati arkalayıp sadakati önceleyerek temizliği halının altına doğru yaptığı sürece daha çok toz, duman yutarız vesselam.
Kendi dinamikleri içinde alışverişin de bir raconu vardı. Alkol satan büfede “zevkin veresiyesi olmaz” yazardı ve Allah’ın adına yemin etsen de sigara, alkol veresiye alamazdın. “Borç vereyim ama benden veresiye isteme” şeklinde kolpalar yapılırdı. Siftah yapılmadan asla veresiye verilmezdi. Başka yerden alışveriş yapıldığında bakkalın önünden değil de arka sokaktan eve dönme hassasiyetleri olurdu insanların.
Enflasyon, geçim sıkıntısı bu günlerde olduğu gibi yine vardı ama insanlar karamsar değillerdi. Mutlu olmasalar dahi geleceğe yönelik ciddi endişeleri yoktu. Olana şükreden, olmayan sabreden halleri vardı.
O dönem kamyon, otobüs gibi büyük araçların arkasında ağlayan çocuk resmi ile mahalle bakkallarında “peşin satan-veresiye satan” resimleri mutlaka olurdu. Bir de görünür bir yerde yazılı olan ve anlamını çok merak etmediğim, hemen hemen her dükkanda olan “müşteri velinimetimizdir” yazısı.
Çok sonradan öğrendim velinimetin “birine, etkisi yaşam boyu sürecek bir iyilikte ve bağışta bulunan, ona çok büyük iyiliği, yardımı dokunan kimse” olduğunu.
Bizim kaba, dik, eyvallahı olmayan esnafı çok iyi tanıdığımdan onların da benim gibi manası bilmediklerini sanıyorum. Müşteriye bu kadar abartılı minnet edecek adamlar değildiler ama şimdilerde olduğu gibi herkesi ütmeye çalışan tipler de değildiler. Müşteri ile olan muhabbetlerini fiyakalı sözler üzerine kurmazlardı. Fiyat- maliyet analizini sesli yaptığınızda ya da “bunun gelişi ne kadar olabilir ki diye” sorduğunuzda aldığınız cevap en fazla “almazsan alma” olurdu. Bu kısa münakaşalar, sonuçta komşu olan esnaf-müşteri ilişkilerini yerle yeksan etmezdi. Diplomasi maslahatgüzarı seviyesine inmeden “naber komşu, selam sabah yok mu” sitemiyle normalleşirdi. Sonrasında kerhen de olsa selam verilir, hâl hatır yine sorulurdu.
Kimse kendini bir şey sanmazdı ve diğerlerinden üstün görmezdi. Gösteriş budalalığı hastalık olarak literatüre girmemişti. Helvadan put yapılıp yenmezdi. O günlerde basit, sıradan ortalama bir hayat vardı. Herkes birbirini tanır, kimdir, necidir, nerden gelmiş, ne iş yaptığı bilinirdi.
Kendinden olmayanları “öteki” görse de yabancılaştırmazdı. Aynı camiye gidilir, çocuklar aynı okula gönderilirdi. Aynı pazardan alışveriş yapılırdı.
Şimdilerde öyle mi?
Okullar ayrıldı, mahalleler ayrıldı, toplumsal yapı içerisinde mesafeler gittikçe açıldı. Sosyal, iktisadi ve siyasi mesafeler üzerinden tahammülsüz, şiddete meyilli bir dil gelişti.
Bir tarafta her hadiseden din ve mukaddesat düşmanlığı yapanlar. Diğer tarafta eleştiren herkesi vatan, millet düşmanı yapanlar kıyasıya bir yarışa girmişler.
Peşin hükümler dört bir yanımızı sarmış. Solcuysan dinsiz, mukaddesatçıysan yobazsın.
Kimine göre ne yapılıyorsa doğru, kimine göre de ne yapılıyorsa yanlış. Ön yargılar, sloganlar, semboller, algılar hakikatin yerini almış. Olaylar, durumlar faillerine göre değerlendiriliyor.
Kimin sesi daha çok çıkıyorsa O haklı olduğunu düşünüyor. Pazardaki esnaf misali kim daha çok bağırıyorsa en çok müşteri ona geliyor olmalı ki bağırmaktan gözleri pörtleyen tipler başımıza musallat olmuşlar.
Bağıranlar, çağıranlar, itiş kakışlar, bitmek bilmeyen tartışmalar. Tüm enerjimizi sövüp saymalara ve karşı kaleye gol atamaya harcıyoruz.
İdeolojiler, sloganlar, ezberler altında o’cusun bu’cusun suçlamaları ya da methiyeleri her alana sirayet etmiş.
Sadece çevre değil adab-ı muaşeret ve dil de kirletiliyor. Sigara izmaritini yere atmıyorsan, pet şişeyi geri dönüşüme atıyorsan, yerlere tükürmüyorsan, emniyet şeridini keyfi olarak kullanmıyorsan gerçek ülkücü, gerçek milliyetçi sensin.
Kırmızı ışıkta duruyorsan, yayaya yol veriyorsan, kaldırıma park etmiyorsan, yiyeceğin kadar ekmek alıp israf etmiyorsan, dilek ağacı gibi sağa sola ekmek poşetleri asmıyorsan elektrikli süpürge çalıştırmadan önce saate bakıyorsan gerçek devrimci, gerçek ilerici sensin.
Bu ülkeye hizmet etmek için herkesin cumhurbaşkanı, milletvekili, avukat, doktor olmasına ihtiyaç yok işini iyi ve de layıkıyla yapan birey olması yeter de artar bile.
Namazında niyazındadır, O’ndan zarar gelmez. Atatürk devrimlerinin yılmaz savunucusudur, O’ndan zarar gelmez ön kabullerine teslim olmuş irade; ehliyet ve liyakati arkalayıp sadakati önceleyerek temizliği halının altına doğru yaptığı sürece daha çok toz, duman yutarız vesselam.