İçimizdeki labirent

  • Konbuyu başlatan Admin
  • Başlangıç tarihi
A

Admin

Yönetici
Yönetici
Gölgelerin çağlar boyu dans ettiği, sisli bir aynadan bakıyoruz hayata; bir zamanlar insan denilen bu muamma, aslında tarihin her döneminde kendi sırlarıyla, kendi çatışmalarıyla yoğrulmuş, varoluşun derin dehlizlerinde yankılanan bir fısıltıdan ibaret değil midir? Belki de her birimiz, yedi kat semada yankılanan bir ilahinin, toprağın en derin katmanlarında saklı kalmış kadim bir kökün uzantısıyız. Güneşin ilk ışıklarıyla uyanan bir şehrin telaşında yitirdiğimiz her nefes, belki de geçmişin o esrarengiz çağlarından bize ulaşan bir meltemin son uğultusudur. O meltem ki, bazen kulağımıza bilinmezliğin davetini fısıldar, bazen de kayboluşun o eşsiz hüznünü hatırlatır. Sanki zamanda asılı kalmış bir duman perdesi ardında, bugünün ve yarının kesiştiği o ince çizgide, kendi gölgemizle dans ediyoruz. Şehirlerin betonarmeden örülmüş labirentlerinde, her birimiz parmak izlerimiz kadar benzersiz, her birimiz ruhumuzun derinliklerinde saklı kalmış sayısız hikayeler biriktiriyoruz. Her yeni gün, henüz yazılmamış bir romanın ilk cümlesi gibi beliriyor önümüzde; bu cümlenin sonunda bir keskin nokta mı olacak, yoksa bir ucu açık soru işareti mi? İşte bu, varoluşun en büyük, en kadim muamması. Eski zaman kâhinlerinin yıldızlara bakarak, kuşların uçuşundan anlamlar devşirerek çözmeye çalıştığı sır, şimdilerde her birimizin iç aynasında bir gölge gibi dolanıp duruyor. O gölge ki, bazen bizi en aydınlık anlarımızda bile huzursuz eder, bazen de en karanlık gecelerimizde yol gösterir. Belki de aradığımız cevaplar, en kalabalık meydanlarda değil, en yalnız kaldığımız anlarda, yüreğimizin okyanuslarında gizlidir. Kim bilir, belki de bir gün o aynaların paramparça olduğunu, her bir kırığının ise farklı bir gerçeği, yeni bir başlangıcı fısıldadığını göreceğiz. Ve o zaman anlayacağız ki, insan, varoluşun ta kendisi olan bir muamma değil, bizzat varoluşun kendisidir. Bir derya içre damla, bir damla içre derya… Bu devrin çalkantılı gürültüsünde, geçmişten kopuk, gelecekten kopuk bir varoluş sürdüğümüz yanılgısına düşüyoruz sıkça. Oysa ruhumuzun derinliklerinde yankılanan her titreme, atalarımızın izlerini, geçmiş medeniyetlerin fısıltılarını taşır. Taş duvarların arkasına gizlenmiş sırlar, zamanın kumları altında yatan unutulmuş şehirler gibi, insanın kendi iç dünyasında da keşfedilmeyi bekleyen bir harita gibidir. Bu harita, bizi sadece coğrafi keşiflere değil, aynı zamanda ruhumuzun bilinmez kıtalarına doğru bir yolculuğa çıkarır. Her yeni bir keşif, her yeni bir farkındalık, o kırık aynaların birleşen parçaları gibi, büyük resme bir parça daha ekler. Peki, bu resim tamamlandığında ne göreceğiz? Bir destanın sonunu mu, yoksa bambaşka bir destanın başlangıcını mı? Zaman, adeta nefes alan bir nehir gibidir; çağlar boyu akıp giderken kıyılarında sayısız hikaye bırakır. Her bir hikaye, insan denilen bu varlığın direncini, zaaflarını, aşklarını ve trajedilerini fısıldar. Bizler, bu nehrin üzerindeki kâğıt gemiler gibiyiz; bazen fırtınalara yakalanır, bazen sakin sularda süzülürüz. Ancak her zaman, o büyük bilinmeze doğru akıp gideriz. Varoluşun bu bitmeyen akışında, kendi yerimizi bulma, kendi anlamımızı yaratma çabası, insan olmanın en temel arayışı değil midir? Belki de bu arayışın kendisi, yani o sonsuz soru, cevaptan çok daha kıymetlidir. Zira cevaplar bizi bir sona ulaştırırken, sorular sonsuz yeni başlangıçların kapılarını aralar. Gelin, kendi derinliklerimize doğru bir yolculuğa çıkalım: Bizler, yalnızca et ve kemikten mi ibaretiz, yoksa yıldız tozundan yoğrulmuş, ilahi bir nefesle can bulmuş varlıklar mıyız? Bu soru, yüzyıllardır şairlerin dizelerinde, filozofların eserlerinde, bilim insanlarının laboratuvarlarında yankılanıyor. Ve her yankı, insanlığın bu kadim bilmeceye verdiği cevabı, bir sonraki nesle taşıyor. Ancak cevaptan çok, soruyu diri tutmak önemli. Çünkü soru olduğu sürece, arayış da devam edecek. Arayış devam ettikçe, insanlık da var olmaya devam edecek. Ta ki o son nefese, o son kırık aynanın yansımasına dek… Bu yazının devamında, insanlığın bilinmezlikle olan kadim dansına daha derinlemesine bir bakış atacak, aynaların kırıklarında yansıyan kayıp sırlar ve gölgede kalmış hakikatlerin peşine düşeceğiz. Bir sonraki bölümde, ruhumuzun en ücra köşelerinde saklı duran, yüzleşmekten kaçtığımız o büyük gölgeyi aydınlatacak; korkularımızın aslında neyin maskesi olduğunu ve varoluşun en çarpıcı düğümlerini nasıl çözebileceğimizi keşfe çıkacağız. Hazır olun, çünkü kapı aralandığında içeri sızan ışık, bildiğiniz her şeyi sarsabilir!
 
Geri
Üst