A
Admin
Yönetici
Yönetici
Zamanın ağırlaştığı, nefesin daraldığı, dünyanın gürültüsünün aniden kesilip yerini derin bir sessizliğe bıraktığı o anları bilir misiniz? Hani sanki her şey durmuş da, bir tek sizin içinizdeki saat işlemeye devam ediyormuş gibi… İşte o meşhur bekleyiş durakları… Hayat yolculuğumuzun kaçınılmaz kavşakları, bazen sarp yokuşları. Bugün gelin, hepimizin aşina olduğu bu tecrübeye, o hem sancılı hem de potansiyel dolu bekleyiş anlarına biraz daha yakından bakalım. Nasıl da siner içimize o bekleyişin atmosferi… Konuşmayan duvarların konuştuğu, köşede unutulmuş bir bardak çayın ruhumuzdaki ayazı yansıttığı, saatin tik taklarının beynimizde çekiç gibi vurduğu o anlar… Beklemek, sadece dakikaların geçişi değildir; o, başlı başına bir iklimdir. Kendi ağırlığı, kendi kokusu, kendi rengi olan bir iklim. Ve bu iklimde, çoğu zaman en kuytu korkularımızla ve en parlak umutlarımızla yapayalnız kalırız. İçimizde kopan fırtınaları, o binlerce “acaba?” sorusunu, zihnimizde dönüp duran iyi kötü senaryoları kimse bilmez. Dışarıdan bakıldığında belki sadece duruyoruzdur, ama içeride çağlayanlar akar, volkanlar patlar. Bu öyle bir haldir ki, insan en savunmasız anında bir omuza yaslanmak, bir sıcaklığa sığınmak ister. Hani o şarkıdaki gibi , “Acelen ne? Bekle Firuze?” dercesine bir yakarış yükselir kalpten. Çünkü belirsizlik, insan ruhunu üşüten bir rüzgârdır. Ama madalyonun bir de diğer yüzü var, değil mi? Ya bu duraklar, bu mecburi molalar, aslında hayatın bize sunduğu bir armağansa? Ya tam da o bekleyiş anları, ruhumuzun demlendiği, karakterimizin piştiği, büyüdüğümüz topraklarsa? İşte bu ikilem, o sarsıcı acı ile içindeki gizli potansiyel sabırla bekleyişin özünü oluşturur ve bizi de tam bu gerilimin kalbine yerleştirir. Toplum olarak sabrı pek severiz, öğütleriz. “Sabreden derviş…” deriz. Ama acaba beklemek, sadece pasif bir sabır mıdır? Sadece dişimizi sıkıp zamanın geçmesini ummak mı? Yoksa beklerken de yapılabilecekler, atılabilecek adımlar var mıdır? Bazı bilge insanlar der ki, iyi şeyler sadece bekleyenlere değil, beklerken aynı zamanda çalışanlara, öğrenmeye devam edenlere, öğrendikleriyle etrafına ışık saçanlara, yol engebeli de olsa yürümekten vazgeçmeyenlere gelir. Yani bekleyişi, bir atalet çukuru değil, bir içsel muhasebe, bir hazırlık dönemi olarak görmek… Elbette, gönül işleri gibi bazı konularda durum farklıdır; orada belki de en büyük erdem, doğru zamanı sabırla gözlemektir, çünkü bazı kapılar zorlamayla açılmaz. Ama hayatın pek çok alanında bekleyiş, aslında yoğun bir içsel faaliyeti de beraberinde getirir. O “binlerce iç diyalog”, korkularla cesurca yüzleşme, kendimize sorduğumuz o can alıcı sorular: “Ben aslında ne istiyorum?”, “Bu mesele benim için neden bu kadar hayati?”, “Acaba vadesi dolmuş bir umuda mı tutunuyorum yoksa yeni bir başlangıcın eşiğinde miyim?” İşte bütün bu içsel gelgitler, pasif bir bekleyişin çok ötesindedir. Bunlar, ruhun kendi derinliklerinde yaptığı bir kazı çalışmasıdır. Ve o büyüme, o olgunlaşma dediğimiz şey, çoğu zaman tam da bu sancılı ama değerli kazı çalışmasının sonunda gün yüzüne çıkar. Tıpkı toprağın altındaki tohumun, sessiz ve karanlık bekleyişinin ardından filizlenip yeryüzüne uzanması gibi. Bu süreçte ne kadar kırılganlaştığımızı fark ederiz. Kontrolün bizde olmadığını kabullenmek zordur. Geleceğin belirsizliği karşısında duyduğumuz endişeyi saklamak kolay değildir. Ama belki de asıl mesele, bu kırılganlığı bir zayıflık olarak görmekten vazgeçmektir. Belki de tam tersi, o kırılganlığı kabullenmek, onunla yüzleşmek, bekleyişin sessiz ama en büyük cesaretidir. Tıpkı bilge bir ruhun dediği gibi, bizi tanımlayan şey başımıza gelenler değil, onlara nasıl karşılık verdiğimizdir. İşte bekleyiş, bize tam da bu seçme hakkını sunar: Pes etmek mi, yoksa direnmek mi? Küsmek mi, yoksa ders çıkarmak mı? Karanlığa teslim olmak mı, yoksa o karanlıkta bir mum yakmaya çalışmak mı? Bu seçim, bizim irademizdedir. Ve bu iradeyi kullanmak, durgunluğun ortasında bile ileriye doğru atılmış bir adımdır. Peki, bu fırtınalı denizde ayakta kalmak için ne yapmalı? Belki de ilk adım, hayatın o hunharca karşımıza çıkan anlarında bile küçük rutinlere tutunmaktır. Sabah kalkınca içilen bir bardak su, yapılan kısa bir yürüyüş, okunan birkaç sayfa kitap… Bunlar, belirsizliğin ortasında küçük ama sağlam çıpalardır. Zihnimizi sürekli meşgul eden o “kontrol etme” dürtüsünü biraz olsun dizginlemek, belki telefona, e-postaya bakma sıklığını azaltmak, zihnimize nefes aldırabilir. İçimizdekileri, o karamsar düşünceleri, o ürkek umutları bir gerçek bir kağıda dökmek bile, yükümüzü hafifletebilir. Ve en önemlisi: yalnız olmadığımızı hatırlamak. Şu an, tam şu anda, bu satırları okurken bile, kim bilir kaç milyon insan daha bir şeyleri bekliyor… Sağlık haberini bekleyen hasta, evladının yolunu gözleyen ana-baba, emeğinin karşılığını uman çalışan, sevdiğinden bir işaret bekleyen aşık, ülkesi için daha güzel günler bekleyen vatandaş… Hepimiz, farklı duraklarda, farklı umutlarla, farklı korkularla ama aynı insani duyguyla bekliyoruz. İşte bu yüzden, derdimizi paylaşmak, bir dostun omzunda ağlamak ya da sadece “Ben de bekliyorum, yalnız değilsin” demek, dünyanın en kıymetli tesellisi olabilir. Çünkü paylaşılan dert azalır, paylaşılan umut çoğalır. Bu, bizim toprağımızın irfanıdır. Son söz olarak; evet, beklemek zordur. Yorucudur. Bazen isyan ettirir. Ama hayat dediğimiz bu uzun ve dolambaçlı yolculuğun ayrılmaz bir parçasıdır. Belki de bekleyiş, sadece bir duraklama değil, aynı zamanda bir pişme, bir olgunlaşma sürecidir. Durgun suların daha derin aktığını unutmamalı. O sessiz anlarda, belki de kendimize dair en kıymetli keşifleri yaparız. O zorlu bekleyişin sonunda vardığımız yer, belki de başlangıçta hayal ettiğimizden çok daha farklı, çok daha anlamlı bir yer olabilir. Sakın ha, o durakta geçirdiğiniz zamanı boşa harcanmış, ölü bir zaman dilimi sanmayın! Orası, hayatın sizi usta bir heykeltıraş misali ele aldığı, ruhunuzu ince ince yonttuğu bir atölyedir aslında. Her bir bekleyiş anı, o atölyede karakterinize inen bir çekiç darbesi, bir keski izidir. Can yakar mı? Şüphesiz. Ama yıllar sonra geriye dönüp baktığınızda, o darbelerin sizi nasıl benzersiz, nasıl paha biçilmez bir esere dönüştürdüğünü hayretle göreceksiniz. O yüzden, yükselen o çekiç seslerinden şikayet etmek yerine, kulak verin; belki de onlar, sizin henüz tamamlanmamış şaheserinizin müziğidir!