A
Admin
Yönetici
Yönetici
“Topraktan öğrenip Kitapsız bilendir Hoca Nasreddin gibi ağlayan Bayburtlu Zihni gibi gülendir. Ferhad’dır Kerem’dir Ve Keloğlan’dır. Yol görünür onun garip serine, analar, babalar umudu keser, kahbe felek ona eder oyunu, Çarşambayı sel alır, bir yâr sever el alır, kanadı kırılır çölllerde kalır ölmeden mezara koyarlar onu.” Sırrı Süreyya, ömürlerini doğal olarak ayakta tamamlamamalarına betonarme bir şehvetle azmetmiş ruhsuz, merhametsiz, vicdansız bir iktidarın hışmından kurtarmaya canla-başla uğraştığı Gezi Parkı’ndaki ağaçlar gibi, dimdik ayakta gitti. Son nefesine kadar, yüzünde o “acıyı bal eyledik” gülümsemesi, avucunun içinde barış-demokrasi-özgürlük diye çarpan yüreği, canını hiçe saya saya, oradan oraya koştura koştura, dimdik ayakta gitti. Bu memleket Türküyle, Kürdüyle, Alevisiyle-Sünnisiyle, dindarlarıyla laikleriyle, Doğu’suyla Batı’sıyla, uzak geçmişi yakın geçmişiyle bir kutuplaşma, çatışma, savaşma değil; kucaklaşma, barışma, sarmaşma diyarı olsun diye çırpına çırpına, dimdik ayakta gitti. Gitti ama elbette fiziken gitti; kuşkusuz, ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil. “Cânımızın cânânı” olarak Sırrı Süreyya ebediyen yaşamaya devam edecek!.. Sevgili dostum Göksel Aymaz, yıllar önce birlikte kotardığımız bir yayında, Deniz-Yusuf-Hüseyin’in katledilmelerinin yıl dönümünde bir yazı kaleme almış ve sormuştu yazısının başlığında, “Hangi ölüler bu kadar canlı?” diye… Şimdi Sırrı için de aynı soruyu sorma vakti: Hangi ölü, bu kadar Canlı?!.. *** Sırrı Süreyya, Nâzım’ın yukarıdaki dizelerinin çok veciz özetlediği üzere, “Anadolu’nun bağrı”dır. Evet, Ferhad’dır, Kerem’dir ve Keloğlan’dır; Hoca Nasreddin gibi ağlayan, Bayburtlu Zihni gibi gülendir. Ancak o, topraktan öğrenip kitapsız bilenden ötedir. Sırrı Süreyya hem topraktan öğrenip hem de kitaplı bilendir. Ben onun bu önünde saygıyla eğilmek gereken müktesebatı, yani hem topraktan öğrenme hem de kitaplı bilme yetkinliği ile sanırım memleketteki pek çok insan gibi “Beynelmilel” dolayımıyla tanıştım. Sırrı Süreyya’nın hem senaristi hem yönetmeni hem de oyuncusu olduğu sinema filmi “Beynelmilel” bir başyapıttır. İçerisinden çıktığı ve işte onu “topraktan-öğrenen” yapan memleketine varoluş borcunu ödeme girişimi gibidir bu güzeller güzeli film… Adıyaman düğünlerinin ayrılmaz parçası yerel müzisyenler, “Gevendeler”in hayatını buluruz ön plânda. Ama filmin asıl vurgusu, Türkiye’nin bir karanlık dönemine işaret etmek üzere arka plânda akıp giden sosyopolitik manzarada belirginleşir. “Beynelmilel”, Gevendeleri tanıttığı kadar, 12 Eylül zulmünü de teşhir eder. Darbenin ertesinde gündelik hayatımızın hemen her alanına nüfuz eden militarist uygulamalara odaklaşırken esasen Türkiye’de askeri kimlik ve kültürün toplum bünyesindeki belirleyiciliğini sorgular. Sırrı’ya en çok yakışan, onun varlığının-karakterinin parçası olan üslupla; kara mizahla… Sırrı Süreyya bu müthiş 12 Eylül satirini üretirken hem topraktan öğrenme anlamında dünyaya gözlerini açtığı memleketi Adıyaman’dan; hem de Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde olduğu 12 Eylül öncesi ve sonrası dönemde, okulda, sokakta, hapishaneler ve işkencehanelerde “öğrendikleri”nden yararlanmıştır. Dedik ya, o hem topraktan öğrenen hem de kitaplı bilendir. 2006 yapımı “Beynelmilel”, ulusal ve uluslararası festivallerde ödüle doymadı. Altın Koza’da en iyi film, en iyi senaryo; Ankara Uluslararası Film Festivali’nde en iyi film; Karaçi Uluslararası Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülleri, bunlardan birkaçı. Kaybettiğimiz, işte böyle “memleketin yüz akı” konumunda bir insandır. *** Siyasete atılmaya karar verdiğinde Radikal’de yazmaktaydı ve hatırlıyorum, nükteyle tenkidi tam bir Anadolu ârifliğiyle buluşturduğu o yazıları okumaktan mahrum kalmak istemeyenler telkinde bulunuyordu ona: “Sen bir yazarsın, siyaset senin neyine!..” Derhal, o hepimizin bildiği nükteli tavrını bu “baskılar” karşısında da seferber ederek şöyle dedi: “Yazmaya başlamadan önce yazarlığımı bilmiyordunuz, nasıl yazdığımı gördünüz; şimdi siyasetçiliğimi bilmiyorsunuz ya, onu da bir görün bakalım!..” Haklıydı, hepimiz onun siyaset pratiğini de gördük ve buna, işte şimdi son nefesini verdiği ana kadar tanıklık ettik. Bu pratiğin içinde onu, yine Nazım’ın şiirinde olduğu gibi “kanadı kırılmış”, “çöllerde bırakılmış”, “ölmeden mezara konulmuş” halde içimiz yana yana çok gördük. Ne yaşadıysa yaşadı, ama sonuçta yine hepimize ders verircesine, ona yapılan haksızlıklar, zalimlikler, hainlikler karşısında bizim öfke sağanağımızı dindirircesine, “Hakkım herkese helâl olsun, hapishaneler de memlekettendir” dedi. Aslında noktayı bugün son nefesini verdiğinde değil, o zaman çoktan koymuştu!.. *** Yıllar önce bir gazetenin yayın yönetmenliğini üstlendiğim Pazar eki için Gezi’nin yıldönümünde yazı istemek üzere telefonunu çaldırdığımda o duyulmaya doyum olmaz ses rengiyle “Saygıdeğer Hocam” diye muhabbetle karşılamış, talebimi geri çevirmemişti. Gezi’de “dış mihrak” arayanlara inat, olayların izini Türklerdeki hayat, ağaç, su sevgisi üzerinden Orta Asya Şamanizm’ine, Oğuzlara, Dede Korkut’a kadar süren, müthiş ironik ve yine “kara-mizah” yüklü bir yazı gönderdi. O yazıdan, Cemal Beydili’nin “Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlük”ünden yararlanarak ürettiği şu satırları, onu hâlâ hayâsızca, ahlâksızca, alçakça vatan hainliğiyle, Türk düşmanlığıyla yaftalayanların yüzüne çarpalım: “Yani ‘Su akar Türk bakar’ lâfı Türk’ün andavallı oluşunu anlatmaz. Genetik mirasına işleyen, ‘Suya, ağaca, cana, canlıya hoyratça ilişme, zarar verme, helâk olursun’ kavrayışını anlatır.” *** Evet, Sırrı Süreyya hem topraktan öğrenen hem de kitaplı bilendi ama bu kadar değil, dahası da vardır. Sırrı Süreyya hem Türklük hem Kürtlüktü. Sırrı Süreyya hem Demirci Kawa hem Dede Korkut’tu. Sırrı Süreyya hem Newroz hem Ergenekon’du. Ve Sırrı Süreyya, hep ama hep barış, dostluk, kardeşlikti. Nihayet Sırrı Süreyya, bu toprakların hem tarihiydi hem geleceğiydi. Elbette geleceği olmaya bize yadigâr kalan eserleri ve eylemleriyle devam edecektir. Onun da çok iyi bildiğine ve sevdiğine emin olduğum şu Yahya Kemâl dizeleriyle vedalaşalım: “Tekrar mülâki oluruz bezm-i ezelde Evvel giden ahbâba selâm olsun erenler.”