A
Admin
Yönetici
Yönetici
Önce 1964'ün en önemli sanat gündemi kabul edilen “Keşanlı Ali Destanı” adlı oyunun yarattığı etkiden ve buna bağlı gelişen şeylerden söz edelim biraz. 1964 kışında Türk tiyatrosu tarihi için çok önemli bir şey oldu. Haldun Taner'in yazıp, Yalçın Tura'nın müziklerini yaptığı Türk oyun yazarlığının gururu olan Keşanlı Ali Destanı adlı oyun 31 Mart 1964 günü ilk kez seyirci önüne çıktı. Oyunu Gülriz Sururi – Engin Cezzar Tiyatrosu sahneye koyuyordu. Adnan Özyalçıner'e kulak verelim: “… Oyunun başındaki ‘Sineklidağ burası şehre tepeden bakar/ Ama şehir uzakta masallardaki kadar' diye başlayan şarkı, müziğiyle, sözleriyle benim şarkımdı sanki. Kenar mahallenin şarkısı. Çok duygulandım. Öykülerimde ben de onları yazıyordum. Onun için o kış Keşanlı Ali Destanı'nı yolum düştükçe gidip izledim… Oyuncularla konuşuyor, sohbet ediyorduk. Neredeyse ara vermeden, matine, suare üst üste oynuyorlardı. Hepsi maratona çıkmış gibiydi…” Şimdi meraklısı için bir iki küçük ayrıntıdan söz edelim. Oyun Türk tiyatrosundaki ilk epik oyun olma özelliği taşıyordu. Epik demek, en kaba tarafıyla; ‘Seyirci, sen seyircisin orada kal, burada sunulan şeyin bir illüzyon, bir uyutmaca olmadığını bil. Ben seni ilgilendiren konularda cilalanmış kahramanlarla önüne çıkmayı reddediyorum. Seni sana senin dilinden anlatıyorum. Artık ötesi senin düşünsel mahkemene kalmış.' gibi bir şey demek… ( Uzun uzun epik tiyatro ya da Aristotelesçi anlayış tanımlamalarına girmek istemiyorum. Meraklısı için yüzlerce kaynak var, kurcalasınlar.) Oyun başlamadan önce ; ‘Yeni çıkan şarkılar: Keşanlı Ali Destanı' adıyla renk renk kitapçıklar bastırılmış. Bunu aynı zamanda oyunda da oynayan Ülkü Tamer organize etmiş. Oyundan önce seyircilerin içine dalan bir çocuk bağıra bağıra bu destanları satıyormuş. Şimdiki karşılığıyla oyun kitapçıkları gibi bir şey olsa gerek. Çocuk seyircilerin içinden sahneye çıktığındaysa oyun başlıyormuş. Ama ilginç bir ayrıntı ki; çocuk oyuncu filan değil, tiyatroya yakın bir apartmandaki kapıcının oğluymuş. Mantık da şu: oyun gecekonduları ve onların hikayelerini anlatmıyor mu? Öyleyse varoşu temsilen varoştan biri de sahneye çıkarılabilir. Sonra bir başka ilginç ayrıntı da Engin Cezzar'la ilgili. Cezzar, Berbat Süleyman adlı o dönemin ünlü bir kabadayısını kendisine model seçmiştir denir. Bu Berbat Süleyman gerçekten döneminin berbat heriflerinden biriymiş. Acaba Haldun Taner mi onu Keşanlı'ya dönüştürdü, yoksa Engin Cezzar mı onu kel, kalın bıyıklı bir bıçkın haline mi soktu, orası biraz karışık… Ama şunu biliyoruz ki; Engin Cezzar, Keşanlı Ali rolü için kafasını sıfır numara kazıtmış, simsiyah pala bıyıklarıyla tam bir Berbat Süleyman görünümlü Keşanlı Ali olmuştur. Keşanlı Ali, haksızlığa karşı mazlumdan yana duran bir yiğit kabadayıyken; sevdasına düştüğü tuvaletçi Zilha'nın da dayısını öldürmüş bir belalıdır. Ancak Zilha'nın aşkından eriyen, neredeyse çocuklaşan, utangaç bir yeniyetme olan da odur aynı zamanda. Gülriz Sururi, Zilha rolüyle, Keşanlı Ali'ye çektirmediğini bırakmayan ve onun saf sevgisine yanıt vermeyerek öldürülmüş dayısının öcünü alan bir kadındır. Zilha oyun boyunca Sivaslı şivesiyle konuşur. Oysa ki oyun boyunca tek şive hatası yapmadan konuşan Zilha ( Gülriz Sururi) İstanbul doğumlu seçkin ve köklü bir İstanbullu ailenin çocuğudur. Bu başarı için oturduğu apartmanın kapıcısının Sivaslı karısından günlerce şiveli konuşma dersi aldığı söylenir. Bence bir diğer ilginç ayrıntı da dünyaca ünlü bir sopranomuzun o oyunda Helacı Şerife kılığında seyirci önünde söylediği şarkılardır. Bu ‘helacı' Semiha Berksoy'dur. Neyse biz maçımıza dönelim. (Biz tiyatro adamları konuşurken ya da sahnede hep söyleyecek sözümüz var ki sanat yapıyoruz diye böbürleniriz ya, artık kabul ediyorum ki biraz da gevezeyiz biz. Baksanıza maçı anlatacağımı söyledim ama Keşanlı'dan bir türlü çıkamadım hala. ) 1964 yılının Haziran ayından nefis bir gün: 8 Haziran 1964… Adnan Özyalçıner'e bağlanıyoruz. “…Yazları kır gezintilerine çıkardık. En çok da Çamlıca'ya giderdik. Altunizade'ye. Memet Fuat orada oturuyordu. Hem hava alıyor, hem konuşuyor, hem de top oynuyorduk. Ülkü (Tamer) bu kez aynı geziye tiyatrocuları çağırdı. Bizi de toparladı. Böylece, o gün, edebiyatçılarla Keşanlılar topluca hem kır gezisine katılacaklar, hem de Altunizade'de maç yapacaklardı… Altınyurt Kulübü'nün sahasında buluştuk. Hava sıcaktı. Çevre sık ağaçlarla kaplıydı… Altunizade'ye geldiğimizde , başta Memet Fuat olmak üzere Kadıköy'de oturan edebiyatçı arkadaşlarımız Şükran Kurdakul, Mehmet Seyda karşıladı bizi. Keşanlıların babası Haldun Taner de yanlarındaydı. Haldun Taner, şimdiden Galatasaray formasını giymiş öyle dolaşıyordu… Ben şaşkınlıkla; ‘Hepinizin böyle forması var mı?' diye sordum. Haldun Taner… gevrek gevrek güldü: ‘Neden olmasın? Galatasaray kulübünden ödünç aldık. Bu maç ciddi bir maç. Sen ne sandın Özyalçıner?' . Ülkü'ye döndüm: ‘Peki biz ne yapacağız? Hadi ben kaleciyim. Şortum da kazağım da üstümde. Siz ne giyeceksiniz?' … (Ülkü Tamer bu maç için 6 Haziran günü eski okulu Robert Koleji'ne gidip ‘yalvar yakar' okul takımının kırmızı lacivert formalarını aldığını söylerken; Adnan Özyalçıner bu noktada Altınyurt takımının formalarını giydiklerini yazar anılarında.) İki takım oyuncuları da ağaçların altında soyunmaya başlarlar. Maçın tarafları, Edebiyatçılar Birliği ve Keşanlı Ali takımlarıdır. Formalar giyilmiştir ama kimse o çatır sıcakta sahaya çıkmamaktadır. Çoğu tiryaki olan oyuncular, maça çıkmadan önce birer sigara daha tüttürmeye çalışmaktadırlar. Neyse, maç başlamak üzeredir. Maçın hakemi Halit Kıvanç'a kulak verelim: ‘Hadi beyler vakit geldi, sahaya!' “Keşanlı Ali'lerin kalesini *Hüseyin Salıcı koruyordu. ( Bir başka kaynakta ise Aziz Basmacı diye yazılmıştır) Takımın öteki aslanları arasında Engin Cezzar, Çetin İpekkaya, Aydemir Akbaş, Erol Günaydın, (Ferdi Artuner, ikinci yarıda oyuna girecek olan Bedri Koraman) ve takım kaptanı Haldun Taner vardı. Edebiyatçılarda ise, Ülkü Tamer, Mehmet Seyda, Şükran Kurdakul, Egemen Berköz, Nurer Uğurlu, (Kaleci Adnan Özyalçıner) ve de kaptan olarak Orhan Kemal yer alıyordu. Büyük yazar Orhan Kemal'i futbol maçında görenler önce şaşırmıştı. Ama ustanın gençliğinde Adana karmasının golcüsü olduğunu öğrenince şaşkınlıkları geçecekti. Hele Orhan Kemal'in attığı çalımları seyredince… İki yanıma yazın yaşamımızın iki büyük adını ( takım kaptanlarını) aldım ve santraya doğru yürümeye başladım. Öteki futbolcular da arkamızdan sırayla geliyorlardı. (Not; Özyalçıner bu noktada diyor ki, formalarımız, şortlarımız tamamdı ama ayaklarımızda gündelik ayakkabılarımızla kısa naylon çoraplarımız vardı. Altı şişhane üstü memişhane.) Az sonra güzel, zarif bir hanım sanatçı, ayakkabısının ucuyla, hani biraz da ürkek, çekingen topa dokunuyor ve başlama vuruşunu yapıyordu. Bu (hanım) , Keşanlı Ali'nin sevgili Zilha'sı değerli oyuncu Gülriz Sururi'den başkası değildi…” (Not; Gülriz Sururi maçı hemen başlatamadı. Çünkü o; sahaya girdiğine kopan alkışlara reverans yaptı, fotoğraflar çektirdi. Tezahürat filan derken ortalık panayır yerine döndü.) Maç başlıyooooooooooooor! Sönük ve tutuk paslaşmalarla başlayan maçın henüz ilk dakikaları oynanırken top Keşanlı Ali'nin ayağına geçti. Tek başına bir iki adım yürüdü, sonra durdu. Kaleci Adnan Özyalçıner, güneş tam karşıdan vurduğundan gözlerini kısmış, Engin Cezzar'ın ne yapacağını kestirmeye çalışıyordu. Gerisini kendisinden dinleyelim: “…güneş tam karşıdan geldiğinden gözlerim kamaşıyordu. Ama Engin Cezzar'ın apak kafası bu kamaşmayı büsbütün arttırıyor gibiydi. Güneş, bu yuvarlak, neredeyse saydam kafada ikinci kez yansıyor olmalıydı. Kendi kendime bunu düşünerek kaşe çizgisinden ayrılıp bir iki adım öne çıktım. Amacım, topu ve topla geleni daha kolay izlemekti. Deneyimli bir kaleciydim. Durumu kavradıktan sonra geri geri kale çizgisine dönecektim. Ama Keşanlı Ali, beni yanılttı. Duran topa, frikik atar gibi bir tane vurdu; top üstümden aşıp, süzüle süzüle kaleye girdi…” İşte 1-0. Keşanlı takımı sevinçten uçuyor. Edebiyatçılar Birliği'nin taraftarlarında çıt yok. Daha ilk dakikalar ve gol yediler. Aman Yarabbi daha ilk dakikadan gol yedilerse, maç, tarihi bir skorla bitebilir. Oysa maç başlamadan nasıl da bağırıyorlardı: “Ya ya ya, şa şa şa Edebiyatçılar Edebiyatçılar çok yaşa!” Neyse, Edebiyatçılar bir iki atak yapsalar da Keşanlıların kalecisi Hüseyin Salıcı'yı geçemezler. Ama Edebiyatçılar ne zaman rakip kaleye inseler, destek flamasının altındakiler kurulmuş saat gibi bangır bangır bağırmaya başlıyordu: “Fazıl Hüsnü'nün aslanları Ho! Ho! Ho! Fazıl Hüsnü'ün aslanları Ho!” (Not: O sırada Türk Edebiyatçılar Birliği'nin Başkanı Fazıl Hüsnü Dağlarca'ydı. ‘Ho' da şiirinin sembolü kabul ediliyordu.) Edebiyatçıların taraftarları bağıradursun; bir anda açılan topla Keşanlılar kartal kanadı gibi Özyalçıner'in koruduğu kaleye iniverdiler. Özyalçıner yapacak bir şey kalmadığını görünce, kendi deyimiyle, ‘topla gelenin üstüne' çıkar. Ve bu çarpışmadan ötürü düşüp dizlerini parçalar. Dizinden şarıl şarıl kan aksa da, Keşanlının oyuncusu çarpışmadan hemen önce topu yan taraftan ağlara göndermiştir bile. Dizinin yarıldığıyla kalır Özyalçıner. Yavaş yavaş herkes birbirine bağırıp çağırmaya, birbirini suçlamaya başlamıştır. Ancak Orhan Kemal son derece soğukkanlıdır. Sanki bildiği bi'şey varmış da, ‘bekleyin bakalım' der gibidir. Üstelik 2-0 yenik olmaları Edebiyatçılar Birliği oyuncularında bir küskünlük yaratmak yerine, bilakis onları kamçılamış gibidir. Futbol deyimiyle ‘oyundan hiç düşmeden' hücum ederler defalarca. Defalarca saldırırlar. Sonuç Ülkü Tamer'in üst üste attığı gollerle, durum şimdi 2-2…( Demek ki edebiyat dehası Orhan Kemal'in soğukkanlı disiplini, futbolda da işe yarıyor) Ağaçların altındaki izleyiciler attıkları sloganlarla ortalığı pazar yerine çevirmekte geç kalmazlar. Bir cümbüş, bir şamata ki sormayın… Devrenin bitimine yakın bir gol daha atar Edebiyatçılar: 3-2. ( Bu gol de Ülkü Tamer'den gelir. ) Fazıl Hüsnü'nün aslanları, aslanlıklarını hatırlamışlardır sanki. Şimdi bağırıp çağırma sırası Keşanlı Alicilerdedir. Devre arasında hemen sigaralar yakılır; yenen gollerdeki hatalar konuşulur uzun uzadıya. Ufak tefek sıyrık, çizik suyla silinip temizlenir. İkinci devre başlar. Kısa bir süre geçmeden Keşanlılardan biri onsekize girerken düşürülür. Ama biraz şaibeli bir durum vardır ortada. Tam ceza sahasının içinde düşmediğine dair itirazlar işe yaramaz; hakem Halit Kıvanç penaltı düdüğünü çoktaaaan çalmıştır bile. Bağırış çığırış, ı – ıh! ‘Penaltı abicim çekilin geriye.' Penaltıyı atmak üzere topun başına, maça seyirci olarak gelen ancak devre arasında Halit Kıvanç'ın deyimiyle ‘futbol tarihinin en çabuk transferini gerçekleştirerek' oyuna dahil olan karikatürist Bedri Koraman geçer. Kaleci Özyalçıner'in bu an için yazdığı gülünç anısına gidiyoruz. “…penaltıyı atmak için, Bedri Koraman dikildi karşıma. Ötekiler, onsekizin dışında sıralanmışlardı. Gözüm bir an için Bedri'nin çenesindeki sakala takıldı. ‘keçi sakal' diye düşündüm. O da bana dik dik bakıyordu. ‘Yerim seni' der gibiydi… O, aradaki uzaklığı gözleriyle ölçüp biçerken hangi köşeye atış yapacağını hesaplıyordu ben de onun gözlerinin içine bakarak topu atacağı köşeyi doğru olarak saptamaya çalışıyordum. Düdük çaldı. Bedri topa dokundu. Ben fırladım. Topu birinci hamlede sol köşeden çeldim, ikinci hamlede üstüne kapanarak tuttum. Penaltıyı kurtarmıştım. Yerden sevinçle zıplayarak kalktım. Hakeme baktım. Suratı bir karış. ‘Olmadı' dedi, ‘kıpırdadın'… (Hey Allahım, neyse) atış yeniden yapıldı. Bu kez, top, sol köşeden avutu boyladı. Hakeme baktım . (Bu kez) gülümsüyordu. Ama kararı değişmemişti: ‘Gene kıpırdadın. Hem Allahın hakkı üçtür biliyorsun'… Çok kızmıştım. Bütün hakemleri boğabilirdim. Üçüncü atışta, Bedri topu sağ köşeden ağlara gönderdi. Hakem zafer kazanmış bir komutan edasıyla santraya yürüdü.” Keşanlılar, sevinçle topu kaleden alıp santraya koşturdular: 3-3. Kısaca hatırlayalım. Önce Engin Cezzar'ın iki golüyle Keşanlı Ali takımı 2-0 öne geçmiş, ardından Ülkü Taner'in üst üste attığı üç golle ilk yarı 3-2 Edebiyatçılar Birliği'nin üstünlüğüyle sona erer. İkinci yarının ilk dakikalarında kazanılan tartışmalı bir penaltıyı gole çeviren Bedri Koraman maçı 3-3'e getirir. Devam edelim. İkinci yarının ortalarına yakın onsekiz çizgisinde bir frikik kazanır Edebiyatçılar. Topun başına bu kez Feridun Metin geçer. Öyle güzel bir vuruştur ki Feridun Metin'in vuruşu, top süzülerek ‘doksana' takılır. Şimdi durum Edebiyatçılar 4, Keşanlılar 3' tür. Edebiyatçıların ağaç altı tribünleri sevinç çığlıkları atarlar: “ Ho! Ho! Ho!” Keşanlı Ali oyununun Sipsi'si Aydemir Akbaş oldukça hırçın bir oyun koymaya başlar. Erol Günaydın ise habire atak üstüne atak… Ama nafile, Özyalçıner'i bir türlü geçemezler, Özyalçıner kalesinde bir kedi gibidir. Maçın bitimine yakın bir penaltı daha çalar Halit Kıvanç. Bu kez penaltıyı Edebiyatçıların lehine çalmıştır. Topun başına ‘top cambazı' Orhan Kemal geçer. Bu muhteşem penaltıyı da Ülkü Tamer'in , “Yaşamak Hatırlamaktır (1998)” adlı kitabından okuyalım. “Çok penaltı gördüm bu güne kadar. Lefter'in, Metin'in, İstanbulsporlu İbrahim'in penaltılarını nasıl unutabilirim! Ama o gün Orhan Kemal'in attığı penaltı kadar güzelini görmedim desem, kimseye haksızlık etmiş olmam! Orhan Ağabey, kaleciyi sağa yatırıp sol köşeye gönderdi topu. Şimdi kaleciler penaltı atışlarında kendilerini bir yana atıp işi biraz da şansa bırakıyor ya, öyle değil! Usta yazar, futbolculukta da ustalığını konuşturdu, kaleciyi resmen aldattı. Hepimiz topun sağ köşeye gideceğini sandık. Maç bitti. 5-3'lük yenginin coşkusuyla kaptanımız Orhan Kemal omuzlarımızda, sahada bir tur attık… Sonra da soluk soluğa, yerlere yığıldık!” Maçın sonunda Halit Kıvanç, Orhan Kemal ve Haldun Taner'i kutladı. Çok güzel bir maç olduğunu filan söyledi. Ama sonra ince ince gülümseyerek şöyle seslendi ikisine de: “Size ciddi bir şey söyleyeyim mi? Ben maçı berabere bitirmek istedim. Edebiyatçılarla tiyatrocuların dostluk maçı diye düşündüm kendi kendime. Sanatçıların beraberliği falan diyerek. Ama gördünüz, bir hakem ne yaparsa yapsın kazananı engelleyemiyor.” (Not; Adnan Özyalçıner'in siniri biraz yatışmıştır herhalde?) Yazımızın sonunda bir iki ayrıntıdan daha söz edip çekilelim. Bu maç dönemin ünlü dergilerinden Hayat ve Ses'te haber olarak kullanıldı. Hatta Ses dergisi Ülkü Tamer'i bu maçın yıldızı seçmiştir. Ben bu şirin maçın, Keşanlı Ali Destanı oyununun örgütlenmesi adına yerinde duramayan Ülkü Tamer'in bir propaganda etkinliği olduğunu düşünüyorum. Bir başka ayrıntı da yayınladığımız fotoğrafların bir çoğunun şimdilerde bazı ‘büyük' takımlar kadar tanınmasa da, Memet Fuat'ın kurduğu Altınyurt Spor Kulübü'nün, Sinema ve Fotoğrafçılık Kolu'nun özel bir çalışmayla hazırladığı; ‘Türk Edebiyatçılar Birliği- Keşanlı Ali Futbol Maçı- 8.6.1964' adlı albümden alındığıdır. ‘Varoşun tutkusu' denen futbolla bir araya gelen bir grubun, sadece sporla yetinmeyip, sinema ve fotoğrafçılık gibi kollarda da hizmet üretmesi ne güzel! Darısı şimdilerde birbirini boğazlamaya kalkan ‘stadyum ayılarının' başına! Yaşasın sanat, yaşasın futbol!