A
Admin
Yönetici
Yönetici
“Geçmiş günler, pek de yaşanmış günler sayılmaz; onlar, sonradan yeniden kurduğumuz ve kurmaya devam ettiğimiz bir çeşit anlatıdır.” (*) “Bir Zamanlar Anadolu’da” adlı kitabın yazarı Tahir Abacı, bu cümlelerle, kendisini de kapsayan önemli bir gerçeğe işaret ediyor. Çünkü o da yaşadıkları üzerinde belli bir dönemden sonra düşünmeye başlamış ve zihninde yeniden kurguladığı geçmiş, böyle bir kitabın çıkmasına vesile olmuş. Türküleriyle, yaşantılarıyla, mekânlarıyla Anadolu'nun ölümünü anlattığı kitap işte böyle oluşmuş. Kitabın arka kapağında da yazılı olduğu gibi; çünkü “Memleket hızla, biraz da vahşice modernleşiyor. Memleket değişiyor. “Geleneksel Anadolu” dediğimiz yerler, “memlekete özgü” dediğimiz yaşantılar, alışkanlıklar, anlatılar tarih oluyor. (…) Üstelik uzun zaman kesitlerinde de olmuyor bunlar. Her şey insan ömrünün bir mevsimine sığan, yirmi yirmi beş yıllık sürelerde (*) değişiyor. Zaten kaderi kenarda kalmak olan taşra şimdi daha da beter oluyor; kenarda kıyıdaki hususiyetlerini de yitiriyor, hepten unutuluyor. “Anadolu ağrıyor.” (Tahir Abacı, Bir Zamanlar Anadolu'da, İletişim Yayınları, İstanbul 1999, s.8) Bu “Ağrıyan Anadolu” içinde yer alan bir şehirde yaşadıklarımızı yeniden gözden geçirdiğimizde, yazarın sözündeki haklılık payının ne kadar yüksek olduğunu daha yakından görürüz. Gerçekten de geçmişe uğurladığımız günlerdeki olayların ve insanların, bizlere neler ifade ettiğini o anda tam olarak anlayamayız. Çünkü bunları yaşarken, böyle bir bilgiden ve bilinçten yoksunuzdur. İşte geçmiş günler, hepimiz için olmasa bile, bazılarımız için, belli bir zaman diliminden sonra, ara ara zihinde yeniden yaşanan, üstünde düşünülen ve oradan da birtakım sonuçlara ulaşılan günlerdir. Bu iş yapılırken, zaman içinde konumları ve varlıkları değişen insanlar tekrar irdelenir, bazı olayların bellekte bıraktığı iz bir daha ele alınır; insan yüzlerinin (arkadaş, eş, dost, kardeş, akraba), sokakların, evlerin, türkülerin, davranışların, yaşayışların bu yeni izi, eskinin yerini alır ya da eskiye ilâve yapılır. Yine yazarın anlatımıyla; “Hazır bir bilinçle yola çıkmadığımız, bilinci yol boyu edindiğimiz için, içinden geçerken pek çok olgunun farkına bile varamayız. O olguları, ayrıntıları sonradan bulup yerine oturturuz.” Zira bu “ayrıntıları” yerli yerine oturtmak için, zaman içinde elimize fırsatlar geçer, geçmişi beynimizde yeniden dağıtır toplar, yeniden harmanlarız. İşittiklerimiz, dinlediklerimiz, okuduklarımız üzerinde tekrar tekrar dururuz. Belki de geçmişin bize yararı, asıl bu noktadan sonra başlar, bu noktadan sonra bize yol gösterir. Bu arada, unuttuklarımız ya da ihmal ettiklerimiz de vardır elbette ki. Fakat arada geriye dönüp, mâzinin aynasında seyrettiklerimiz hiçte az değildir. Hatta unuttuğumuzu sandığımız birçok olay da bu “geçmişe yolculuk” sırasında kaybolmadıklarını fark ettirir, kendiliklerinden gün yüzüne çıkarlar. “Doğup büyüdüğümüz şehirde, semtlerle, sokaklarla, parklarla, meydanlarla tanışmalarımızın hep ayrı ayrı hikâyeleri vardır. Bu hikâyelerin bazıları unutulur, bazıları etkisini uzun yıllar korur.” (Selim İleri, 04.02.2000, Cumhuriyet) Meselâ benim çocukluğumun bir bölümü, Erzurum Kongre Caddesi civarındaki sokaklarda geçti. Ali Paşa Camii’nin tam karşısındaki sokak ve etrafında geçen o günleri, üzerinden çeyrek asırdan fazla zaman geçmesine rağmen, hâlâ bir başka hatırlarım. Benim için, o günlerin hatıralar şeridindeki yeri ayrıdır. Ve beni, geçmişin pembe günlerine, en çok bu zaman diliminden aklımda kalanlar taşır. Evlerinin çoğu yıkılmış, insanlarının kimi ölmüş, kimi bir hayal olmuş olsa da “Gez Çarşısı” daha yeni yapılırken oturduğumuz bu sokakları arada bir dolaştığımda, ard arda nostalji fırtınaları patlar içimde... Çocukluğumuzda caminin girişindeki boş alanda oynamadan duramazdık. Demirlerinden tutar sallanır, mahfilinde büyükleri taklit ederek namaz kılardık. Görüntüsü ve camiye gelenlerden çocuk ruhumuza sirayet eden havasıyla, muhayyilemizde çok değişik duygular uyandırırdı. Az ilerde, bir dönem de “Âşıklar Kahvesi” olarak faaliyet gösteren Kıbrıs Palas Oteli (Şimdilerde sadece alt katı kahvehane olarak işletiliyor.), caminin karşısına gelen sokakta ise Vefa Oteli vardı. Caminin hemen karşısında ise, Komesli Hanı vardı ve şimdi de aynı yerde. Ama o zaman ki göreviyle, şimdiki farklı. Bizim çocukluğumuzda, gerçekten han olarak kullanılırdı burası. Daha çok Gümüşhane’den geldikleri söylenen ve küp türü, çamurdan mamul eşyalar satan insanların, tek atlı arabalarıyla kaldıkları bir mekândı. Hanın ortasına at arabalarını çeker, etraftaki odalarda ise kendileri kalırlardı. Bazen merakımızı yenemez ve hanın içini şöyle bir dolaşır çıkardık. Bir dönem müdavimlerinin “Baltahane” diye adlandırdıkları bir oturma yerine dönüşmüştü Komesli Hanı. Bürokrasiden, siyasetten, ticaretten değişik kişilerin devam ettiği, eski eşyalarla dolu bu mekânda, daha çok “mâzi, hâl, istikbâl”le ilgili konular, en çok da “memleket ahvâli” konuşulurdu. Bir fikir yürütme ve tartışma meydanı olarak da algılanabilirdi burası. Daha sonra devir döndü, burayı işletenler hakkın rahmetine kavuştu ve böylece bir dönem kapandı. Aslında bu şehirle ilgili çok şey yazılmalıydı şimdiye kadar. Özellikle de, Cumhuriyetin ilânından sonraki yakın tarihi hakkında... Ne yazık ki durum, bizim arzu ettiğimiz gibi değil. Tanpınar’ın yazdıklarından başka, bir döneme gelinceye kadar, kırık dökük birkaç yazının dışında, kültürel kimliği yağmalanan ve hurdahaş edilen Erzurum hakkında pek bir şey yazılmamış. Son yıllarda yapılan bazı ilmî çalışmalar ve şehrin geçmişini hikâye eden yazılar, kitaplar bu konuda teselli olarak kabul edilebilir. Her neyse... Görünen o ki; kentleşirken biz bu güzelim şehirleri unuttuk, bu şehirler de bizi. Durum böyleyse unutkan bir şehirde yaşadığınızı unutmayın!