Tanınmayan Soykırım: Dersim Tertelesi 1937/38

  • Konbuyu başlatan Admin
  • Başlangıç tarihi
A

Admin

Yönetici
Yönetici
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kuruluş İdeolojisi ve Dersim Tertelesi Öncelikle “Tertele” kavramına dair kısa bir açıklama yaparak başlamak isterim. Tarihsel ve toplumsal konuları tanımlayan kavramlarin aynı zamanda kültürel arka planı vardır. Toplumlar, kültürlerini dil, sanat, inanç ve diğer sembollerle üretir ve taşırlar. Dersimlilerin en yaygın dillerinden biri olan Kirmancki/ Zazaki dilinde Tertele, soykırımı tanımlamak için kullanılır. Dersim’de büyük, önlenemez ağır sonuçlar yaratan deprem gibi doğa felaketlerine “zelzele”, ayni nitelikte ki toplumsal, siyasal felaketlere de “tertele” denilmektedir. Tertele, Dersim toplumunun yaşadığı soykırımı en iyi ifade eden yerel/kültürel kavram olması nedeniyle, Dersim toplumunun demokratik kurumları ve aydınları ortak bir görüş oluşturarak bu yerel kavramı, Dersim soykırımını tanımlamak üzere kullanmaya karar verdiler. Yerelden taşınan ve soykırımlar literatüründe karşılık bulan bir kavram olarak kabul gördü. Tıpkı Holokost kavramı gibi... Ben de, hem anadilim Kirmancki/Zazaki`yi yaşatma adına, hem de uzun yıllardır bu alanda çalışan biri olarak “Tertele” kavramını kullanacagim. Dersim Tertelesi, Türkiye’de uzun yıllar konuşulması yasak olan, resmi tarih söylemi ile perdelenen ve “isyan” olarak manüple edilen, bilinmeyen, dolayısıyla üzerinde az konuşulan bir konuydu. Ancak, son yıllarda, hem Türkiye’de hem Avrupa da bu alanda yapılan çalışmalar sayesinde giderek daha bilinir olmaya başladı. Genel anlamda pogromlar ve soykırımlar konusunda olduğu gibi Dersim meselesini, dolayısıyla Dersim Tertelesi`ni konuşurken önemli gördüğüm birkaç noktaya dikkat çekmek isterim. Birincisi; Ermeni, Süryani, Pontus/Rum soykırımları ve Dersim Tertelesi`nin sadece bir uluslaşma, dolayısıyla Cumhuriyet dönemi sorunu olmadığını, bazı soykırımların esasta ve aynı zamanda İslam meselesi olduğu, dolayısıyla Hilafetçi Osmanlı İmparatorluğu’nun islamist ideolojisinin bu soykırımlara zemin hazırladığı ve ulusçulukla birlikte bunun sistemli bir devlet aklına dönüştüğü görüşündeyim. İkincisi; Gerek Osmanlı İmparatorluğu’nda gerek Osmanlı'nın son dönemi olan İttihat ve Terakki döneminde, gerekse de Cumhuriyet döneminde gerçekleştirilen pogrom ve soykırımların iki başlıca ideolojik dayanağı olan dincilik/İslamcılık ve ırkçılık/Türkçülük hakkında yapılan çalışmaların yetersizliğini vurgulamakta yarar görüyorum. Üçüncüsü; pek çok tarihsel ve toplumsal meselede olduğu gibi, kırımlar, pogromlar ve soykırımlar konusunda yapılan çalışmaların önemli bir bölümünün ele alınışında resmî ideoloji ve resmi tarih yazımından köklü bir kopuşun gerçekleşmemiş oldugunu gözlemliyorum. İslam dininin ve devletlerinin, Müslüman olmayan toplumlara yönelik görüş ve politikalarını anlamak için, daha 9. Yüzyılda formüle edilen ve uygulanan “al-ahd al – Umariyya” adıyla tarihe geçen “Ömer yasaları”na (Ermeni Soykırımı ve İslam 1870-1923) Denis Dreisbusch, sf: 163) bakılmasi önem taşımaktadır. 25 maddeden oluşan Ömer yasaları daha çok Suriye bölgesinde yasayan Hristiyanlara yönelik baskı ve yönetme politikalarının resmî belgesi olarak görülse de Siyasi İslam yayılmacılığı ve egemenliğinin en önemli referanslarından biri olarak yeniden incelenmesi gerektiği kanaatindeyim. Ömer yasalarınin genel anlamada İslam yayılmacılığı ve egemenlik kurma ve sürdürmenin önemli bir belgesi olarak tüm süreçlerde doğrudan ve dolaylı olarak bir ideolojik ve politik şekillenme yarattığını söylemek yanlış olmaz. İslamı ve İslami toplumları yücelten, diğer dini, inanç topluluklarını aşağılayan, biat etmeye mecbur bırakan ve onları tüm varlıklarıyla İslamin hizmetinde gören bir politik ve kültürel baskiyi meşrulaştırmaktadır. Ömer yasalarının daha sert yansımalarını, Osmanlı’da, özellikle 1517 yılında Osmanlı hükümdarı Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı işgal etmesi ve Memluk devletinin Sultani 3. Mütevekkil’den (73. Islam Halifesi) Halifelik kurumunu zorla almasından sonraki dönemlerde de görmek mümkün. Hilafetçi Osmanlı İmparatorluğu 15., 16., 17. ve 18. yüzyıl boyunca başta Islam disi gördükleri Kızılbaş topluluklar olmak üzere, İslam olmayan toplumlara yönelik sistemli asimilasyon, kirim ve ihtida (İslamiyet’i kabul) politikalarıyla karanlık bir süreç yaşatmıştır. Sözgelimi „1461’de işgal edilen Trabzon’un nasıl Sünni İslamlaştırıldığını anlamak için Heath W. Lowry’in doktora tezine bakmak yeterlidir. (Nevzat Onaran, Dilop Sayi 33, sf.47-53) Devamla, 16. yüzyıldan itibaren Hilafet politikalarının üreticisi misyonuyla Şeyhülislamlardan Ebussuud Efendi’nin Kızılbaşlar ve Müslüman olmayan toplumlara dair fetvaları bu sürekliliğin açık örneklerindendir. Ebussuud Efendi fetvalarının birinde “Kızılbaşlarların dine göre topluca öldürülmeleri elbette dinimize göre helaldir. Bu, en büyük, en kutsal savaştır. Bu yolda ölmek de şehitliğin en ulusudur.” Demektedir. (M. Ertuğrul Düzdağ, Seyhülislam Ebussuud Efendi Fetvaları Işığında 16. Asir Türk Hayati, İstanbul: Enderung Kitabevi 1972, s.109) Bir başka yerde ise; “...bütün Kızılbaşların, büyüğü küçüğü ile kentleri ve eserleriyle yok edilmeleri şarttır. Bunların kafir olduklarından kuşku duyanlar da kafir olur. “(Aktaran Denis Dreisbusch, Ermeni Soykırımı ve İslam- 1870-1923, Dönüşüm yayınları, İstanbul, sf. 184) fetvasıyla soykırımcı devlet aklini meşrulaştırmakta yansıra toplumu soykırımcı zihniyetle zehirleyerek kırımların ideolojik zeminini hazırlamaktadır. 2. Mahmut dönemine bakıldığında gerek Ömer yasaları, gerekse Ebusuut Fetvalarının daha da kurumsal bir devlet aklına dönüştüğü görülüyor. 1826 Yeniçeri ocağının tasfiye edilmesi, Bektaşilerin katliamı, Hace Bektaşi tekkesi/dergahı başta olmak üzere 750 civarında dergahın yıkılması veya kapatılması… Dedelerin, Babaların sürgün edilmesi, idam edilmesi ve yaklaşık 20 bin Kızılbaşın öldürülmesi vb. Bütün bunlarin amaci Kizilbas topluluklarin İslamlaştırması politikalarıdır. 1894-96 Ermeni pogromu İslamlaştırma politikalarının doğrudan bir sonucudur. Ermeniler sağ kalabilmek ve uygulanan ekonomik baskı nedeniyle yurtlarından kaçmak zorunda kaldı veya mecburen İslamlaştılar. Özellikle Cizye vergisi olarak bilinen vergi türünün Müslüman olmayan toplumlara yönelik bir ekonomik yok etme ve mülksüzleştirme, devamında da toplumun İslamlaştırılması politikaları olduğunu söylemek yanlış olmaz. Osmanlı’nın İslamlaştırma politikaları sadece Hristiyanlara yönelik değildi, esas olarak “İslam dışı” olarak gördükleri Kızılbaş/Alevi topluluklara yönelikti. Çünkü genel anlamda İslam, özel olarak Hilafetçi Osmanlı Devleti, Kızılbaşların inancını hiçbir zaman İslam, Kızılbaş toplulukları da Müslüman olarak görmedi. Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun Dersim’e bakışı, İslamin Kızılbaşlığa/Aleviliğe bakısıyla aynıdır. Dersim’in bir Kızılbaş ve Hristiyan inancina mensup halklarin coğrafyası olması nedeniyle Osmanlı devlet aklında ve politikalarında ki karşılığı şöyledir; “İslami kabul etmeyen, İslam dışı, sapkın bir inanç topluluğu olması nedeniyle “tashih-i itikad”a tabi tutulmasının yanı sıra “tedip ve tenkil” harekâtlarıyla İslamlaştırılması gerekmektedir.” Dersim Kızılbaşlığı açısından bu politikaların daha sistemli hale getirildiği dönem Tanzimat’tan sonradır. 1848 “Dersim Islahatı” politikalari Dersim Kızılbaşları acısından yeni bir dönemin başlangıcı olarak görülebilir. Özellikle Abdulhamit döneminin Dersim ıslahatı politikasının Cumhuriyet dönemi politikalarının temelini oluşturduğunu belirtmek yanliş olmaz. Öyle ki tanımlamalar bile çok benzer. Bir Osmanlı layihasında özet olarak şöyle ifadeler kullanılmaktadır; `Devletin önemli bir uzvu bulunan Anadolu’nun kalbinde olan bu sivilcenin (1926 yılında da Dersim çıban olarak tanımlanır) sızıltısını tamamen mahvetmek devletin ve siyasetin gerekli işlerindendir. ` (Cihangir Gündoğdu, Vural Genç, Dersim’de Osmanlı Siyaseti, Kitap Yayınevi, s.30) Bir başka layihada kendini İslam medeniyetinin temsilcileri olarak gören devlet kadrolarında Dersimlilere dair şöyle tanımlamalar görmekteyiz; “İslam dinin farzları ve şeriattan habersiz ilkel ve vahşi aşiretler, Afrika’nın vahşi/ilkel kavimlerini andırır, çıplak ot kökü ve meşe palamudu yiyen, görünüşte insan mizacen hayvan sözüne uygun birtakım insanlar da bulunuyormuş. Askeriyenin hücumunu gördükçe dağlara sığınan bu acayip mahlukatlar” (Gündoğdu, Genç, s.36) Yukarıda kısa bir özetini sunmaya çalıştığım bu tabloda; İslam ve Osmanlı tarihi esas olarak diğer milletleri, dinleri, inançları yok etme ve İslamlaştırma tarihi olduğu gerçeğini hatirlatmak istedim. Ayrıca bu zorla İslamlaştırma politikalarının da soykırımcı bir nitelik taşıdığını özellikle vurgulamakta yarar görüyorum. Türkleştirme: Türkleştirme sanıldığı gibi sadece Jön Türk hareketiyle başlayan İttihat Terakki Cemiyetiyle devam eden bir süreç olmadigi düsüncesindeyim. Türkleştirmenin nüvelerini, Anadolu’yu İslamlaştırma politikalarında; 19. yüzyılın son çeyreğine damgasını vurmuş “Hâkim millet biz Türkler” diyen Abdülhamit’te görmek mümkün. Uzun yıllar İslamlaştırma politikalarını uygulayan Abdülhamit “Rumeli’de ve bilhassa Anadolu’da Türk unsurunu kuvvetlendirmek ve her şeyden evvel de içimizdeki Kürtleri yoğurup kendimize mal etmek şarttır.” (Nevzat Onaran, Dilop Sayi 33, sf.47-53) diyerek Türkleştirmeyi öncelikli hale getirmeye calismistir. Abdülhamid döneminin Türkleştirme politikasını tarihçi Kemal Karpat, “1900’lerde kimliğin Türk olarak netleştiğini” ifade etmiştir. (Nevzat Onaran, Dilop Sayi 33, sf.47-53) ITC (İttihat ve Terakki Cemiyeti) önceleri Abdülhamid’in iktidarına karşı burjuva devrimci bir çizgide hareket edip uluslaşma sürecini sürdürmek istedi. Ancak Tarik Zafer Tunaya, İttihat ve Terakki‘nin “1911’den itibaren programını Türkçüleştirmiş” olduğunu söyler. (Nevzat Onaran, Dilop Sayi 33, sf.47-53) Devamında 1913 darbesiyle iktidarı ele geçirince de Abdülhamit’in Hristiyanları yok etme ve Anadolu’yu İslamlaştırma politikalarının da sert biçimde savunucusu ve uygulayıcısı olur. 1914, 1915 Hristiyan toplumlarının (Rum, Süryani, Ermeni vd.) soykırımını incelediğimiz de tablo bize; meselenin sadece bir ulus/uluslaşma dönemi meselesi olmadığını gerek İslam rejimleri gerekse Osmanlı Hilafet rejiminin soykırımcı Islamist politikaları ile soykırımcı Türkçü politikaların hem paralelliğini hem içiçeliğini hem de sürekliliğini göstermektedir. Araştırmacı yazar Nevzat Onaran’ın “Hamidiye’den 24 Nisan’a” (Nevzat Onaran, Dilop Sayi 33, sf.47-53) başlıklı makalesinde soykırımcı ideoloji ve politikaların üç sembol ismi olarak belirlediği Abdulhamit, Talat ve Atatürk belirlemesinin son derece isabetli olduğu görüşündeyim. İttihat Terakki ile Kemalistlerin ideolojik ve politik ilişkisini ve devamlılığını son derece güçlü verilerle “Talat Paşa- İttihatçılığın Beyni ve Soykırımın Mimari” (İletişim yayınları, 2021 İstanbul) adli kitabında anlatan tarihçi, yazar Hans Lukas Kieser Türk uluslaşmasının ırka ve dine dayalı yanını gerek ITC dönemi gerekse Cumhuriyet dönemindeki ilişki ve devamlılığını gözler önüne sermektedir. Cumhuriyet Devleti ve Dersim Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucu kadrolarının esasi ITC sürecinde aktif rol almış, Celal Bayar’ın deyimiyle şefleri Talat Paşa olan kadrolardı. (Kieser, s. 19) Daha rafine edilmiş bir tanımlama ile Islamist ve Türkçülerdi. Elbette Talat’ın ITC ile kurmayı başaramadığı “yeni devlet” hayalini, Mustafa Kemal’in öncülüğünde ki yeni Ittihatçılar Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurarak gerçekleştireceklerdi. Bu devletin kuruluş ideolojisi TC’den itibaren İslamcılık ve Türkçülüktü. Lozan Antlaşmasıyla ve Misak-ı Milli sınırlarının kabulüyle, uluslararası alanda resmiyet kazanan devlet anayasal ve siyasal bir inşa sürecine girdi. İslamcılık ve Türkçülük ideolojisinin üzerine inşa edilen Cumhuriyet devletinin anayasal belgesi 1924 anayasası iken kuruluşunun siyaset belgesi ise 28 maddeden oluşan Şark Islahat Planı’dır. 1914 -24 arası Hristiyan toplumları yok edilmiş ve mülkleri gasp edilmişti. Şimdi sıra Türk ve İslam olmayan diğer toplumların Türkleştirilmesi ve İslamlaştırılmasındaydı. 1925 yılından başlayan Kürtlerin uluslaşmasını engelleme süreci, katliamlar, sürgünler esas olarak 1930 yılına kadar tamamlanmıştır. Kızılbaşlar/Alevi meselesi, dolayısıyla Dersim meselesi ise onlara göre daha köklü bir meseleydi. Uluslaşma öncesi Dersim, ağırlıkta Kızılbaş, Hıristiyan ve kısmen İslam toplumundan halkların bir arada yaşadığı bir halklar yurduydu. Toplumlar İslam, Hıristiyan, Kızılbaş gibi inanç kimlikleriyle tanımlanıyordu. Henüz ulus bilinci yoktu. Kürt, Kırmanç/Zaza, Ermeni, Türkmen gibi etnik kökenlerden toplulukların yaşadığı bir coğrafyaydı. Cumhuriyet Devleti, 1926 yılından itibaren Dersim hakkında asker ve sivil bürokratlara kapsamlı ve sistemli raporlar hazırlattı. (Hallı, Reşat,1972; Kalman, 1995). Raporların hemen tamamında; Dersim’in tarihsel bir sorun olduğu, İslam’la ilişkisi olmayan sapkın bir inanç taşıdıkları ve Rafızî oldukları, Cumhuriyet değerlerini benimsemeyen vahşi ve medeniyet dışı bir toplum olduğu, bu nedenlerle ıslah edilmesi gerektiği görüşünün ön planda olduğu açıkça görülmektedir. Hal çaresi olarak; silahlarının toplatılması, Seyitlerin (inanç önderleri) ve Ağaların (aşiret reisleri) ya da itaatsiz aşiretlerin batı illerine nakli, bölgenin yerleştirilecek Türk unsurlarıyla Türkleştirilmesi, özel idari ve eğitim programlarıyla bölge halkına Türkçülük ve İslamcılık şuurunun kazandırılması ve yerleşik hayata geçirilerek kayıt altına alınması ve tüm bunların aşamalı bir program dahilinde ıslah edilmesi, medeniyete kavuşturulması gerektiğinin altı çizilmiştir. Bölgeyi tanımaya ve denetim altına almaya yönelik 1926 yılından itibaren (Osmanlı dönemi raporları/lahiyalar da var) hazırlanan raporları bir dizi yasal düzenleme takip eder. 1934’te çıkarılan 2510 nolu İskân Kanunu Türkiye fiziki coğrafyasını etnik yoğunluğa göre bölgelere ayırır (Resmi Gazete, 1934, Tertip, 15: 1156) 1935 yılı 2884 ve 2885 nolu Tunceli Kanunu (Resmi Gazete 1935, Tertip, 17) ile Tunceli vilayetinin kuruluşu ve özel bir idareye tabi kılarak; vali, kumandan ve 4. umum müfettiş makamları birleştirilerek en yüksek idari amir olarak tayin edilir. Cumhuriyet Devleti söyleminde “çıban” (Hallı, 1972:375) (Osmanlı’da sivilce tanımlamasını hatırlayalım) olarak tanımlanan Dersim meselesinin çözümü “çıbanın kesilip atılması suretiyle” Dersim’in acilen “medenileştirilmesidir.” Dersim üzerine yazılan hemen tüm raporlarda bölgenin özel bir program ile “medenileştirilip millileştirilmesi”, yol, karakol ve diğer imar faaliyetleri ile bölgenin “medeniyete” kavuşturulması, zorunlu iskân politikası ile yerleşik hayatın dağıtılması ve insansızlaştırılması tavsiye edilir. Dersim’in merkezi otoritenin taleplerine gösterdiği muhalefete karşılık Osmanlı döneminde yapılan askerî harekâtları “sel seferleri” olarak adlandıran Başbakan İsmet İnönü, Dersim’in ıslah edilerek merkezi otoriteye mutlak tabiliğinin koşullarını esaslı bir askerî harekâta eşlik edecek “hususi bir ıslahat programı” ve “mıntıkanın medenileştirilmesi”nde görür.[1] “Medeniyetçi”, tekçi devlet inşasını Türk etnik çekirdeği ve İslam dinine dayalı ulus inşasıyla birlikte yürüten Cumhuriyet hükümeti, devletin bekasına ve “yekpare bir vücut” olan Türk vatanına bir “tehdit oluşturan” Dersim meselesini çözmeye kararlıdır. Bu kararlılık doğrultusunda 1926 yılından başlayarak adım adım alt yapısı oluşturulan Tertele “tedib ve tenkil harekâtı” kararıyla uygulamaya konulur. Harekâtın hedefleri Bakanlar Kurulunca 4 Mayıs 1937’de şöyle belirlenir. “Sadece taarruz hareketiyle ilerlemekle iktifa ettikçe isyan ocakları daimi olarak yerinde bırakılmış olur. Bunun içindir ki, silah kullanmış olanları ve kullananları yerinde ve sonuna kadar zarar vermeyecek hale getirmek, köyleri kamilen tahrip etmek ve aileleri uzaklaştırmak lüzumlu görülmüştür.” (Hallı,1972,Ek 4) (Soykırımı tarif ediyor) Türkleştirme, İslamlaştırma; etnik ve inanç temizlik amaçlı askeri, siyasal, sosyal, kültürel boyutları olan bütünlüklü bir tertele/soykırım politikası uygulandı. Bölgede “isyanı bastırma” gerekçesi[2] ile büyük bir katliam yaşandı. Yaşam alanları yakılıp yıkılarak yaşam koşulları ortadan kaldırıldı. On binlerce kişi sürgün edilerek zorunlu iskâna tabi tutuldu. Aileler parçalandı. Öldürülenlerin tam sayısı bilinmemekle birlikte, Masis Kürkçügil, Hasan Saltık’ın arşivinden alıntılayarak, 1938 yılında 13.160 kişinin öldürüldüğünü, 11.818 kişinin batı illerindeki köylere sürgüne gönderildiğini anlatmaktadır.[3] 1948 Birleşmiş Milletler Soykırım Suçu’nun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 2. maddesine göre: Etnik/ulusal veya inanç/dinsel bir grubun, bütününün veya bir bölümünün yok edilmesi niyetiyle uygulanan politikaların her biri soykırım olarak tanımlanabilir. Bu uluslararası sözleşmeye göre Dersim’de uygulanan politika ve sonuçları: Grubun üyelerinin öldürülmesi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Başbakanı R. Tayip Erdoğan (23 Kasım 2011) tarafından açıklanan resmi belgelerde 13. 806 kişinin öldürülerek “…sonuna kadar zarar veremeyecek hale…” (Bakanlar kurulu kararı) getirildiğini kabul etti. Elbette gerçek rakamı belirlemek olanaklı değildir. Yapılan araştırmalar ve çalışmalar gerçek rakamın açıklananın ortalama üç katı olduğu yönündedir. Belirtmek gerekir ki; soykırım tanımı rakamlar üzerinden değil, politikalar üzerinden yapılmaktadır. Grubun üyelerine ciddi bedensel ya da ruhsal hasar verilmesi, Yapılan akademik araştırmalar, belgesel film ve sözlü tarih çalışmalarıyla yaşanan bedensel yaralanmalar ve ruhsal hasar/travma ve travmanın kuşaklar arası aktarımı belgelenmiş durumdadır. Grubun yaşam koşularının/alanlarının yok edilmesi, Evler, köyler, ormanlar ve ekinlerin neden ve nasıl yakılacağı Jandarma Umumi Komutanlığı’nın belgelerinde mevcuttur. Ayrıca yüzlerce tanık anlatımı da bunu doğrulamaktadır. Grubun çoğalmasını engelleyecek yöntemlerin uygulanması, Toplumun köklerinden, kültürü, inancı ve dilinden koparılması, ailelerin parçalanması, birbirine ulaşamayacak şekilde sürgün edilerek “zorunlu iskân”a tabi tutulması hem devlet arşivlerinde hem de tanık anlatımlarıyla (sürgün edilen 11.818 kişi. Veriler, gerçek rakamın bunun yaklaşık iki katı olduğu yönündedir.) belgelenmiştir. Grubun çocuklarının zorla alınıp diğer gruplara verilmesi/nakledilmesi. Özellikle kız çocuklarının ailelerinden zorla alınarak, Türk ve Müslüman ailelere verilip İslamlaştırılması ve Türkleştirilmesi politikası Dersim’in Kayıp Kızları çalışmasıyla belgelenmiştir. (İki Tutam Saç-Dersim’in Kayıp Kızları, Hay Way Zaman, Vank’ın Çocukları Belgesel filmleri ve kitaplar, Gündoğan, Nezahat, Kazim,) Tertele’de çocukların nakli konusunda dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya tarafından Kültür Bakanlığı’na yazılan, “Dersim Kız ve Erkek Çocuklarının Yatıli Mektepleri’nde Yetiştirilmeleri” (4 Haziran 1937) başlıklı mektubu meselenin özünü gözler önüne sermektedir. Dersim Tertelesi öncesi hazırlanan raporlar objektif bir gözle incelendiğinde 1948 Birleşmiş Milletler soykırım kriterlerinin a,b,c,d şıklarındaki veriler yüzeysel de olsa görülebilir durumdaydı. Ancak “Grubun çocuklarının zorla alınıp diğer gruplara verilmesi/nakledilmesi” politikası 2009 yılına kadar bilinmiyordu. Cumhuriyet Devleti, Dersimli kız çocuklarını ailelerinden koparmış asker ve sivil bürokrasideki ailelere evlatlık (besleme, hizmetçi) olarak dağıtmıştır. Devlet bu yolla çok sayıda Kızılbaş/Alevi Kürt, Kızılbaş Zaza ve Ermeni çocuğunu köklerinden kopararak Türk-İslam toplumuna nakletmiştir. Resmi tarih yazımında genel kabul gören ve bu yüzden de sorgulamaya gerek görülmeyen söylem ise şudur; “Katliamdan sonra ortada kalan çok sayıdaki çocukları, iyi yürekli aileler yanlarına evlatlık olarak aldılar ve onları topluma kazandırdılar. Yaşam koşullarının ilkelliğinden adeta vahşileşmiş bu çocuklar verilen terbiye ve eğitim ile medeni birer vatandaşa dönüştüler.” (Sıdıka Avar, Dağ Çiçeklerim) Neşet Hakkı Uluğ’da, Dersim bağlamında ulus-devlet ideolojisinin sözcülüğünü yaparken harekâtın bir medenileştirme projesi olduğunu ileri sürmektedir. Ona göre sorun, bölgede yaygın olan feodal yapı, yani aşiret sistemidir. Dersim harekâtı bu sisteme önemli bir darbe vurmuştur. Sonuçta, Tunceli medeniyete açılmaktadır.[4] “Medeniyet” ulusçu devlet ideolojisinin vazgeçemediği hastalıklı bir söylemdir. Zira ait olduğu toplumu ve temsil ettiği ideolojiyi ‘medeniyet,’ diğer toplumları ise ‘medeniyet dışı’ görüyor olması, kendine ve soykirimci fiillerine meşruluk kazandırma tutumudur… Dersim Tertelesi somutunda irdelemeye çaliıştığım Cumhuriyet devletinin kuruluşundaki İslamcilik ve Türkçülük ideolojisinin hem tarihselliği, hem de içiçeliği anlaşılmadan soykrımları yeterince anlayamayacağımız kanısındayım. Bu ideolojik sarmalın bugünkü burjuva Cumhuriyet Devleti için yapısal bir sorun oluşturduğu gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Bu yapısal sorun nedeniyle sürekli şiddet üretmekte; katliamci, pogromcu ve soykrımcı politikaları sistemli biçimde uygulamaktan geri durmamaktadır. Bu anlamada Türkiye Cumhuriyeti Devletinin yapısal sorunu olan; ırkçılık ve dincilikle sistemli mücadele edilmeden soykırımlarla mücadele etmenin olanaklı olmadığı düşünmekteyim. Zira dinci ve ırkçı ideoloji her gün kapitalist devlet aygıtıyla kendini yeniden üretmektedir ve toplumları zehirlemektedir. Son söz olarak: ırkçılık ve dincilikle mücadele edilmeden soykırımlarla yüzleşilemez. Soykırımlarla yüzleşmeden ırkçılık ve dincilikle mücadele edilemez... 03.04. 2014, Köln [1]İsmet İnönü’nün meclis nutku için bakınız. Güneş, 19: 677-678. [2]Hallı, Reşat, (1972) Türkiye Cumhuriyeti Tarihinde Ayaklanmalar (1924-1938), Genelkurmay Basımevi, Ankara [3]Masis Kürkçügil, (Aralık 2009) “Dersim Cumhuriyet Tarihinin En Büyük Kıyımı” NTV Tarih, s. 59. [4]Uluğ 1939’da ilk baskısını yapan kitabına “Tunceli Medeniyete Açılıyor” adını vermiştir. (Uluğ, 2007)
 
Geri
Üst