Saçları buz, kalbi ateşten bir ölü; Mehlika’nın hikâyesi -1-

  • Konbuyu başlatan Admin
  • Başlangıç tarihi
A

Admin

Yönetici
Yönetici
“Bize gülen aydınlar, şehir öğretmenleri! Vatan ve ulus kitaplardan okumakla sevilmez. Aydınsan, Anadolu’ya gideceksin, köylerde kalacaksın. Onlarla yer sofrasına oturup, onlarla dert çekeceksin. Birlikte çözüm arayıp, onların ağrısını sen de duyacaksın. Bu toprak o zaman bize vatan olur. Eğer sende bu istek, bu dirayet yoksa hiç kendini yorma. Git bir gölgede kıvrıl uyu sen.”(Hayrettin Filiz’in 2007 yılında yazdığı “Delikanlı” adlı oyundan alıntı) 8 Ağustos 2016 günü, bir yolculukta tanıştığım ve babasının Cılavuz (*En Güzel Çiçek) Köy Enstitisü’nde okuduğunu öğrendiğim sevgili Çetin Yaşartürk’ten izin isteyerek, babası Enver Yaşartürk’ü, İzmir-Yeşilyurt’un tepelerinde, harika bir manzarası olan kendi evlerinde ziyarete gittim. Elimde not defteri, fotoğraf makinası, kalbimde heyecan vardı. Çetin beni Üçyol’dan aldı ve arabasıyla babasının evine götürdü. Eve vardığımızda, kapının önünde bizi bekleyen iki kişi olduğunu gördüm. Biri Enver Yaşartürk, diğeri Enver amcanın arkadaşı Zeki Özdemir... Bendeki şansa bakın ki; Zeki Özdemir de Cılavuz’da okumuş... Hadi bakalım çaylar, ikrâmlar derken, ben başladım sormaya. “Kaç mezunusunuz, aklınızda kalan en ilginç şeyler neler, bu konuda elinizde diploma, ders kitabı ne bileyim giysi ya da herhangi bir şeyler var mıdır acaba, okuldan sonra nerelerde görev yaptınız, Tonguç Baba’yı gördünüz mü gözlerinizle, şimdiki eğitim sistemiyle karşılaştırdığınızda...“ Ağzımın ayarı bozulmuştu sanki? Hiç durmadan soru sorduğumu fark ettiğimde, bir soluk aldım ve çayımdan bir yudum daha alarak heyecanımı saklamaya çalıştım. Yorgun ama gülümseyen gözlerle bana bakıyorlardı enstitülü amcalar. Enver amca, benim hiç durmadan çay içtiğimi nereden bilsin ki? Titreyen elleriyle çayımı yenilerken, aklımca onu yormamak için, “izin verirseniz ben kendi çayımı kendim alayım” demeye yeltenmemle, “ben yaparım” azarını yemem arasında bir saniye bile geçmedi. Ne yalan söyleyeyim, kıpkırmızı oldum. Neredeyse 90 yaşına gelmiş bu iki ‘genç’ adamın, bir yandan konukseverlik anlayışı, bir yandan kendi işini kendi yapma isteği karşısında; bir gölge bulup uyumak için fırsat kollayan günümüz “gençlerini” düşündüm o anda... Yüzüm bir kez daha kızardı. Sonra başladık konuşmaya. “Kars’la Ardahan arası 82 kilometredir oğul... Cılavuz, bu ikisinin tam ortasında durur neredeyse. Kars’a 30, Ardahan’a 52 kilometre uzaklıkta...” Hemen atılıp, “ben de Iğdırlıyım, oraları bir kez görmüştüm” deyince, başka türlü bir rüzgâr esti sanki o sıcak yaz akşam üstüsü? Sonra tutunduk sözlerin kanadına ve uçup gittik o günlere. “Okulumuz Kars’la Ardahan illeri arasında Susuz köyünde bulunuyordu. Okul binaları Rus işgalinden kalmış askeri binalar olup, pencereler soğuk nedeniyle çift camlı kanatlı idi. Şehirlerarası yol, okulun yanından geçiyor; içinden akan dere boyundaki ağaçlar yerleşkeye bir güzellik veriyordu. Karadeniz yöresine göre iklim çok sert geçiyor, Eylül ayında dağlara kar düşüyordu. O soğukta okul hamamında banyo yapıp dersliklere gelirken başımızdaki saçlar donuyordu.” (1952-53 eğitim senesinde Beşikdüzü’nden gelip orta ikinci sınıftan sonrasını Cılavuz’da okumuş olan enstitülü amcamız Niyazi Çakmak’ın Anıları’ndan) Zeki Özdemir 1948-1949, Enver amcaysa 1949-1950 eğitim yılı girişliymiş, şimdiki adı Kır Çiçeği, bir önceki adı Mamaş olan köye yakın bir yerde kurulan ve bizim Cılavuz Köy Enstitüsü diye bildiğimiz okula... Dolayısıyla girişleri enstitü, çıkışları ‘öğretmen okulu’ çıkışı olmuş her iki amcamızın da. Ancak o dönem yapılan vahşi ve taraflı saldırıları çok çok iyi hatırladıkları ortada. “Patates, buğday ve lahana yetiştirirdik en çok oğul, bunları korumak için birde yeraltı mahzenimizin vardı. Kendimize yettiğimiz gibi, döner sermayemize de para katardık her hasat zamanı. O kadar iyi hatırlıyorum ki; Cılavuz döner sermayesini kapattığında, hazineye 50 bin lira para bırakmıştı.” Zeki amca bunları söylerken, ben eğitim yükünü öğrenciye, dolayısıyla öğrenci velilerine yıkan sistemleri düşündüm içim acıyarak. Dershaneleri, özel dersler için harcanan akıl dışı paraları ve tüm bu çabanın sonucu ortaya çıkan sonuçları... 1 milyon 800 bin civarında üniversite adayından 300 bin civarının “sıfır” çektiğini... Tüm eğitim kurumlarının sadece kazanan 400 bin civarında öğrenciyle ilgilendiğini; kazanamayan 1 milyon 400 bin civarında öğrencinin “yok sayıldığını” ve bunun sistematik bir sorun olmadığını, bu başarısızlığın kendilerinden (derslerine yeterince çalışmadıklarından) kaynaklandığı mavalıyla, ebeveynle öğrenciyi boğaz boğaza getirdiğini falan... “Mahzeni kendiniz mi yapmıştınız Zeki amca?”... “Ya kim yapacaktı? Elbet biz yapmıştık. Bulunduğumuz yerde olmayan malzemeleri, bir Fargo kamyonumuz vardı, o şehirden getirirdi sadece.”Sanki ‘bu ne biçim bir soru’ der gibi kızmıştı bana... “Size komünist diyorlardı, enstitülerde siyasi bir çatışma var mıydı aranızda? Ya da şöyle sorayım, bölge, milliyetçiliğin yoğun olduğunun kabul edildiği bir bölge... Özellikle Erzurum’la Kars arasında bin senelerdir bir türlü aynı yere akmayan dereler olduğunu biliyorum? Bu durum enstitülere nasıl yansırdı? Enstitülerde komünistler güçlü müydü?”... Enver amca, konuşmaya yeltenen Zeki amcanın elini tutar usulca. Yüzünde bugüne kadar bu samimiyette pek görmediğim bir kederle; “ Vardır kuşkusuz, olmaz mı, her görüş vardı orada, özgürdü herkes her şeyi düşünmeye. Ama enstitü demek kardeşlik demekti öncelikle. Kimse kimseyi zorlamazdı şunu düşün, bunu düşün diye. Orada en çok küçüğe sevgi ve kollama, büyüğe saygı vardı. Onlar bizim abilerimiz, ablalarımızdı.”... Bir an gözü uzaklara daldı Enver amcanın. “Sana bir şey söyleyeyim mi oğul, Ramazan zamanı her sınıfın en az yarısı oruç tutardı. Ramazan yaz aylarına denk gelirse, teravih namazı için enstitü bahçesinde organizasyonlar yapılırdı... Şimdi sen karar ver, biz komünist miyiz, değil miyiz? Ama çamur attılar ya bir kere, öyle değilsek de öyle kaldı adımız.” Bir de minicik bir hikâye anlatıverdi ardından. “Bir kadın Kars’tan bilmem nereye gidiyormuş. Otobüs Erzurum’da mola vermiş. Kars otobüsünden kadının yalnız indiğini gören birileri kadını rahatsız etmişler. Ona pis komünist, vatan düşmanı diyerekten laf atmışlar. O da benim nerem komünist diyecek olmuş ama dinleyen kim? Kadın öyle olmadığını anlatmaya çabalarken aniden susmuş. Çünkü ona şöyle demişler; Peki ,sen komünist değilsen, Cılavuz’daki komünistleri kim doğurdu o zaman?” Şimdi dalıp gitme sırası bende. Aklıma, 2010 yılında, Eğitim Sen Yayınları’ndan çıkan, Cılavuzlu yazar Gültekin Gazioğlu’nun yazdığı , “Roman Gibi Anılar” kitabı geliyor: “Cılavuz Köy Enstitüsü’nde öğrenci bileşimi çok zengindi. Türkler, Kürtler, Azeriler, Gürcüler, Lazlar. Dinsel bakımdan da Aleviler, Hanefiler, Şafiler vs, tam bir çeşitlilik vardı.”(Sayfa 54) Sonra her şey ilginç olmaktan çok, bir tekrara düştüğü sırada; Enver amca o bir çocuğun saçlarını okşar gibi olan ses tonuyla anlatmaya başladı; “Belki duymuşsundur, Mehlika’mız var bizim bir de... Bir iffet hikâyesi...” Sustu, hafifçe nemlenen gözlerini sildi. Zeki amcayla göz göze geldiler. Doksanlık iki çınarın köklerinin, aynı zehirli kurt tarafından ısırıldığı bellidir sanki. “ Hiç bir günahı yoktu, Allah var şimdi. Üstünden neredeyse 70 yıl geçti ama onun o güzel saçları ve parlak gözleri hatırımdadır hâlâ”...Uzunca bir süre sessizce kalakaldık. Aklımı zorluyorum, ‘Mehlika olayı’ da ne ki? Bu ismi ilk kez duyuyorum büyük ihtimalle, aklıma hiç bir şey gelmiyor çünkü. Yüzümdeki şaşkınlığı anlayıp, anlatmaya başlıyorlar. “Aslında dernekte yazdılar bunu kitaba”... Şaşkınlığım daha da artıyor. “Neyi yazdılar? Hangi dernekte” Sonra aralarında konuşmaya başlıyorlar utangaç bir sesle. “Sen okula girmiş miydin o zaman?”... “Tabi canım, girmiştim. Hayâl meyâl hatırlıyorum ama Nazım Esen döneminde olmadı mı o? Halit Ağanoğlu yoktu. O olsaydı...”...”Evet, doğru. Şemsettin Ataman’ın eğitim şefliğinde olmuştu”...”Soyadı neydi kızın?”...”Şimdi çıkaramayacağım ama içim acıyor... 70 sene sonra bile... Günah etti kendine... Ama suçlu o değildi.” Ben meraktan gözlerimi ve övündüğüm tüm dikkat organlarımı konuya odaklamış, çok çok hassas olduğunu hissettiğim konuyu anlatmalarını bekliyorum. Sonra neden Zeki amca anlatmaya başladı birden. “1948-49 eğitim yılıydı yanılmıyorsam. Biz yeni gelmiştik enstitüye. Onlar bir yıl sonra öğretmen çıkacaklardı. Çok güzel bir kızdı Mehlika Abla. Demir gibiydi. İri bir kızdı. Cesurdu. Girişkendi. Yanlış hatırlamıyorsam da, Mehlika’nın babası, Eğitim Şefi Ataman’ın köylüsüydü. Kızı enstitüye verdiğinde, “bak bu kız sana emanet Şemsettin, ver dedin verdik, sana güveniyoruz, bu zamanda erkeklerin de olduğu bir okula kız vermenin ne demek olduğunu bize anlattırma, yüzümüzü kara çıkarma, ona kızın gibi bak” demişti. Eğitim Şefi Şemsettin Ataman’da, köylüsüne karma eğitimin önemi üzerine kısa, aydınlatıcı bir konuşma yapıp, Mehlika’nın kendi kızından ayrı olmadığını anlatıp, geleneğin korkutucu baskısını yenmeye çalışan ama yine de yüzü kurumuş topraklar gibi gergin arkadaşını ikna edip, Mehlika’yı enstitülü yapmıştı. Sonra gelişmişti Mehlika. Çok sevdirmişti kendini. Bir yıl sonra da öğretmen çıkacaktı... Herkesin önünde küçük düşürülmek onurunu kırmıştı. O da gidip kendini santralin havuzuna attı... Yazık oldu, günahı yoktu çünkü.” Köy Enstitüleri’nin öncülü kabul edilen Eğitmen Kursları, ilk kez 1937 yılında açılmış; Adana (Düziçi), Ankara (Hasanoğlan) ve Kars (Cılavuz) eğitmen kursları başarılı sonuç verince de, bu kurslar 17 Nisan 1940 tarihli Köy Enstitüleri Yasası’yla da Köy Enstitüsü kimliğiyle eğitim tarihimizdeki yerlerini almışlardı. Cılavuz’un Tonguç tarafından atanan müdürü, ‘efsane’ eğitim direktörü Halit Ağanoğlu’ydu. Enstitülerin kurucu babası Tonguç, Ağanoğlu’nu Trabzon Beşikdüzü’nden tanıyor ve güveniyordu. İri yarı ve çalışkanlığıyla bilinen Ağanoğlu, Susuz bölgesinde bulunan ve Rus işgali yıllarında askeri merkezler olarak kullanılan terk edilmiş binaları onararak, Cılavuz Köy Enstitüsü’nü kuran adam olarak bilinir.1940 yılında Cılavuz Köy Enstitüsü’nde, eğitim görevlisi olarak yalnızca okul müdürü ve katip bulunuyordu. Eğitim kadrosu daha sonra çevre köylerde bulunan ilkokul öğretmenlerinden tamamlanmıştır. Cılavuz’da, diğer enstitülerde olduğu gibi; günün yarısı iş, diğer yarısı ‘nazari ve ameli tedrisat’a ayrılacaktır. İşler köyün gerektirdiği işler olup iki görüşe göre ele alınacaktır. Ama nasıl dersler? Bugün bile on parmağımızı ağzımıza soktuğumuz, direk hayatın içinden ve hayat için olan derslerdir bunlar. “1-Köyde ve bütün köylüler tarafından yapılması gereken işler (Tarla, bahçe, hayvan bakımı, tavukçuluk, arıcılık, sütçülük, genel temizlik işleri ile; bisiklet, motosiklet, otomobil, fotoğraf, ziraat makineleri kullanma, sökme, montaj yapma, at binme, araba, kızak sürme, silah kullanma…vb.) 2- Köyün işlerine cevap veren ve oldukça yüksek uzmanlık gerektiren; demircilik, tenekecilik, nalbantlık, kalaycılık, dülgerlik, marangozluk, biçki dikiş, nakış, dokumacılık… gibi işler...” (‘Köy Enstitüleri Yolunda’ , Halit Ağanoğlu, Ahmet Sait Basımevi, İstanbul, 1949, sf. 23) Görüşme ve aklımca röportaj için geldiğim heyecanlı halim, yerini gitgide katran gibi koyu bir hüzne bırakmaya başlamıştı. Mehlika kendini havuza atmıştı ve bu dramatik tepkiyi kim yazmıştı daha önce? Hangi ‘dernek’ten söz ediyordu bu iki amca? Kısa bir araştırma sonucu, sözü edilen kitabın; Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Yayınları’ndan çıkan ve ilk baskısı Ekim 2011’de, İzmir’de yapılan (*çok kısa sürede tükenen), Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Kürsüsü Öğretim Üyelerinden Sayın Firdevs Gümüşoğlu’nun “Cılavuz Köy Enstitüsü / Sözlü ve Yazılı Belgeler Işığında” adlı kitabı olduğunu ve çok uzun emek ve çabalar sonucu oluşan bu, konusundaki ilk kitabın kısa bir bölümünde Mehlika’dan söz edildiğini öğrendim. Kitabı deliler gibi her yerde aradığım halde, baskısının olmadığını / bulunmadığını görünce, kalkıp derneğe gittim. Orada da bulamasaydım, 2010 yılında İzmir’de yapılan, ‘Aramızdan Ayrılışının 50.Yılında İsmail Hakkı Tonguç ve Okul Öncesinden Yüksek Öğretime Eğitim Sorunları ve Çözüm Önerileri’ panelinde aynı masada oturup, açık oturumda görüş bildirdiğimiz, Sayın Doç Dr. Firdevs Gümüşoğlu’nu arayacaktım. Ancak buna gerek kalmadı. Çünkü derneğin kurucu önderlerinden, sevgili Rifat Güler abi, kitabın sanal kaydını (pdf dosyası halinde)bana verebileceğini söyledi. Kitabı büyük bir susuzluk içinde bir çırpıda okudum. Okudukça hüznüm katmerleşti, okudukça eksiklendim ve bu konuyu daha çok insana ulaştırmak, yaptığım görüşmeyi ve elde ettiğim farklı ya da yeni bir sözcüğü bile ilgili ya da tarihine / toplumuna duyarlı bir kişiye bile ulaştırmanın sorumluluğu içinde oturup, bu yazıyı yazmaya başladım. “Uzansın köylere ışıklı başlar. Duysun bütün zalim ağalar ve bilcümle karanlıklar! Bundan böyle kırk canlı çocuklar doğuracak, kocasını astığınız kadınlar... Çalışın çocuklar.” (Hayrettin Filiz’in 2007 yılında yazdığı “Delikanlı” adlı oyundan alıntı) Doç. Dr. Firdevs Gümüşoğlu da, Mehlika’nın dramatik hikâyesinden derinden etkilenmiş olmalı ki; kitabını; “Mehlika Bozkurt’a -Saçları buza dönüşen Cılavuz Köy Enstitüsü öğrencisinin anısına, saygıyla...”seslenişiyle, Mehlika’ya ithaf etmiştir. Bu ithaftan bir sorumuzun yanıtını da almış oluyoruz. Görüştüğüm iki enstitülü amcanın da soyadını hatırlayamadığı Mehlika’nın, ‘Bozkurt’ soyadını taşıdığını... Hazırladığı son derece kapsamlı kitabında, Halit Ağanoğlu’nun yazdığı, ‘Köy Enstitüleri Yolunda’ adlı yapıtından çokça yararlanan Gümüşoğlu, Mehlika Bozkurt’un intiharını bir pozitif ayrımcılık yapıldığı ekseninde incelemiş ve bu trajik olayı anlattığı bölümde ‘Erkek Egemen Değerlere Başkaldıran Mehlika Bozkurt’ ara başlığını kullanmıştır. Gümüşoğlu’na göre, bu intiharın tanıklarıyla yaptığı görüşmeden ortaya çıkan şey; “erkek egemen kültüre bir “kurban” verildiğidir” ve Mehlika intihar ederek“erkek egemen kültüre diyet öder.” Kuşkusuz son derece üzücü bir olaydır bu ancak, dönemin olumsuz ve cehaletin elinde kıvranan toplum koşulları, sadece geleneğin karşısında okumak isteyen kız çocuklarının sorunu değildir bence. Sayın Gümüşoğlu’nun saptamaları son derece yerinde ve doğru olsa da; tüm aşağılayıcı ve zorlayıcı gelenek vahşetine rağmen bir ‘onur’ sorunudur Mehlika’nın tavrı bence. Bilinçlenmiş ve özgürlüğün, ‘verilen değil,alınan bir şey olduğunu’ keşfetmiş her insanın, onurunun ve özgürlük erdeminin aşağılanmasına karşı –son çare olarak da olsa- onuru için başvuracağı bir karşı duruş eylemi... Erkek egemene karşı duruştan çok, haklarının çiğnenmesi ve yapmadığı bir suçun mağduru olmanın direnişidir kendini havuza atarak canına kıymak. Daha açık söyleyeyim düşüncemi; Mehlika, enstitüde olmasaydı da, enstitüde edinmiş olduğu bilinç halinde olsaydı ve aynı durumla karşılaşsaydı, bunu gene yapardı bana kalırsa. Çünkü onurun kızı erkeği olmaz bence... Belki de arkadaşına verdiği sözü yerine getirmek için, ‘babacan tavrı’ diğerlerine gözdağı vermek için abartan eğitim şefinin pozisyonu bir daha gözden geçirilmelidir? Bu kişi kadın olsaydı, durum çok mu farklı olurdu? Bence hayır. Belki de cesurca, Tonguç’un enstitülerde kız-erkek ilişkileri için, enstitü müdürlerine 1941 yılında yazdığı mektubundaki yönlendirmeleri, tam karşılığıyla uygulayamayan enstitülerin, sadece ‘erkek’ eğitimcilerden kurulmuş oluşuna değil, konuya yeteri kadar önem göster(e)memeleri ya da bunu yapmalarının engellenmesi üzerinden de bu konu bir kez daha ele alınmalıdır. Hiç kuşkusuz kimse böyle bir şeyin olmasını istemezdi. Şimdi Sayın Doç. Dr. Firdevs Gümüşoğlu’nun yıllarca emek vererek hazırladığı Cılavuz çalışmasını merkeze alarak, Mehlika’nın hikâyesine biraz daha yakından bakmayı deneyelim. (DEVAM EDECEK)
 
Geri
Üst