A
Admin
Yönetici
Yönetici
c) Devletin uzuvları olarak, bâhusûs teşriî, icrâî, kazâî mekanizmalar o basît cem’iyet yapısına uygun bir şekilde ortaya konmuştur. Bunlarda da büyük bir cumhûrî Devletin ilk çekirdek yapısını görmek mümkündür. Nitekim devlet yapısı daha Peygamber’in hayâtında hızla gelişmeye başlamış ve Hulefâ-i Râşidîn devrinde kıt’alar üzerine yayılmış bir imparatorluğun ihtiyâclarına cevâb verebilecek kadar giriftleşmiştir. Bu vazıyet dahi bize gerçek İslâmî rûhun taklîdî rûhdan ne kadar uzak ve aksine ne kadar yaratıcı bir vasıfta olduğunu göstermektedir. Öyleyse bugün de Müslümanlar için bahis mevzûu olan, ne Peygamber veya Ashâbını, ne Kur’ân’daki hukûkî hükümleri körü körüne taklîd etmek değil, onlardan ilhâm alarak alabildiğine hür ve yaratıcı bir tavırla çağın mes’elelerine insânî hâl çâreleri bulmaktır. Peygamberî Medîne Esâsiyesinin muhtevâsı Medîne Esâsiyesi bize esâs îtibâriyle İbn-i İshâk / İbn-i Hişâm rivâyetiyle ulaşmıştır. Mâmâfih başka birkaç kaynakta daha yer almaktadır. Metin üzerinde yapılan müzâkerelerden, onun, ana hatlarıyle sahîh (authentique) olduğu kanâati hâsıl olmaktadır. Ama, yine metnin tartışılmasından, onun değişik zamânlarda yapılan birkaç (en az iki) anlaşmayı bir araya getirdiği ve o ânki ihtiyâca göre tâdilâta uğradığı anlaşılmaktadır. Metin başlıca iki bölümden meydana geliyor ve 50 civârında madde ihtivâ ediyor. İbn-i Hişâm rivâyetindeki birleştirilmiş muâhede metinlerinin Wellhausen tarafından yapılmış tasnîfinde yer aldığı şekilde, Vesîkanın 2. Maddesinde: “İşte bunlar (bu Ahde katılanlar) diğer insanlardan ayrı bir ümmet teşkîl ederler” denmekle, vatandaşlık statüsü ihdâs edilmektedir. Bütün maddeler boyunca dolaylı bir şekilde ifâde edildiği üzere, haklar ve vecîbeler bakımından Müslim / Gayr-i Müslim bütün taraflar için müsâvî bir vatandaşlık statüsü bahis mevzûudur. 3. Maddede Devletin toprağı Yesrib vâdisi olarak tâyîn edilmiştir. Bu toprak “harâm” beldedir. Dîğer tâbirle vatandaşlık statüsü çerçevesinde herkesin canı, malı, ırzı, dîni masûndur. Herhangi bir vatandaşın haklarına tecâvüze kalkışan cezâsına katlanır. 23, 36, 42, 47 gibi muhtelif maddelerde Hz. Muhammed’in şahsında bir merkezî otorite kabûl edilmiştir; icrânın başı odur. Fakat aşîrete dayalı cem’iyet yapısına uygun olarak daha ziyâde konfederal bir yapı bahis mevzûudur. Aşîretler umûmiyetle iç işlerinde muhtârdır. Merkezî otorite ise daha ziyâde cem’iyetin tamâmını alâkadar eden birtakım tasarruflarda bulunur. Dînî cemâatlerin her birinin dâhilî işlerinde teşrî, kendi dînî kaynaklarına dayanır. Fakat icrânın başı, cem’iyetin tamâmıyle alâkalı bir takım teşrî faâliyetlerinde bulunabilecek şekilde salâhiyet sâhibidir. Adâlet işlerinin bir kısmı aşîretler bünyesinde netîcelendirilir, fakat onları aşan mâhiyette olanlar merkezî adâlet sistemiyle hâlledilir, ki onun başı da yine Devlet Reîsi (Hz. Muhammed) olarak tâyîn edilmiştir. (13, 21, 23, 36, 37, 42, 47. maddeler.) Müslüman, Müşrik ve Yahûdiler tarafından vatanın müştereken müdâfaası esâsı, metinde birçok maddeyle dile getirilmiştir ve bunlar metnin ağırlığını teşkîl etmektedir. Muhtelif maddelere göre, her aşîret, müdâfaa hizmet ve masrafına gücü nisbetinde katkıda bulunur: “-Bir harp vukûunda- Yahûdilerin masrafları kendi üzerine ve Müslümanların masrafları kendi üzerinedir. Muhakkak ki bu Sahifede gösterilen kimselere harb açanlara karşı onlar kendi aralarında yardımlaşacaklardır. Onlar arasında hayırhâhlık ve iyi davranış bulunacaktır. -Kâidelere- muhakkak riâyet edilecek, bunlara aykırı hareketler olmıyacaktır.” (Madde 37) Toprak müştereken müdâfaa edilir; herkes evleviyetle kendi iskân sâhasından mes’ûldür. (Madde 44 ve Madde 45-b) Ahde dâhil olan hiçbir taraf, taraflardan birinin düşmanıyle işbirliği yapamaz: “Yahûdilerden bize tâbi olanlar -bu Ahde dâhil olanlar-, zulme uğramaksızın ve onlara muârız olanlarla yardımlaşılmaksızın, yardımımıza hak kazanacaklardır.” (Madde 16) Bu meyânda Müslümanların baş düşmanı olan Kureyşli Müşrikler ve müttefîk̆leri hiç kimse tarafından himâye edilmiyecektir. (Madde 43) Ayrıca Madde 20-b: “Hiçbir -bu Ahde dâhil- Müşrik, bir Kureyşlinin mal ve canını himâyesi altına alamaz ve hiçbir Mü’mine bu husûsta (bir Kureyşliye tecâvüz husûsunda) engel olamaz.” Ama tarafların müttefîk̆leri ve himâye ettikleri de bu Ahidle korunmuştur: “Yahûdilere sığınmış olan kimseler bizzât Yahûdiler gibi mülâhaza olunacaklardır.” (Madde 35) “Himâye altındaki kimse bizzât himâye eden kimse gibidir. Ona zulmedilmez; kendisi da suç işlemiyecektir.” (Madde 40; ayrıca Madde 46) Herhangi bir dînî grupun kendi dînî emelleri istikâmetinde tertîb edeceği bir tecâvüzî harb hâlinde ise, taraflar harbe katılıp katılmamakta serbesttirler. (Madde 45) Ayrıca düşmanla sulh akdi de tarafların ve cem’iyetin tamâmının menfaatine uygun olacaktır. (Madde 17 ve 45) Taraflar birbirlerinin hakkını gözetmek zorundadır. (Dolaylı olarak, haklar ve vecîbeler aynıdır. Aralarında müsâvât bahis mevzûudur.) (Madde 37-b) Birçok maddede tekrâr edilen hükümlerden anlaşıldığına göre, ehrâmsı (pyramidal) yapıda bir ictimâî sigorta sistemi ihdâs edilmiştir. Bu sistem o günün başlıca mes’elesi olan cinâyet hâlinde diyet ve harbde esîr düşme hâlinde fidye bedellerinin ödenmesi hakkındadır. Bedel, alâkadâr ferd veyâ onun aşîreti veyâhud onların gücü yetmezse bütün bir Müslüman yâhud Yahûdi cemâati tarafından karşılanacaktır. (İlk Maddeler ve Madde 12) Ve nihâyet 25. Madde hem müsâvî vatandaşlık statüsünü ve hem de tam tekmîl Vicdân Hürriyetini tesbît etmektedir: “Benî Avf Yahûdileri Mü’minlerle birlikte tek ümmet teşkîl ederler. Yahûdilerin dînleri kendilerine, Mü’minlerin dînleri kendilerinedir. Buna gerek mevlâları, gerekse kendileri dâhildirler.” Medîne Esâsiyesi ile kurulmıya çalışılan çok sesli (kesretci) cumhûrî cem’iyet yapısı, ne yazık ki Yahûdi tarafının ihâneti sebebiyle yeteri kadar başarılamadı ve uzun ömürlü olamadı. Peygamberle temeli atılan cumhûrî yapı da az-çok ancak dört Halîfe zamânında yaşıyabildi. Ondan sonra Müslümanlar Sünnî Saltanat ve Şiî İmâmet sapmalarıyle Hz. Peygamber’in -devrinin şartlarıyle mütenâsib- cumhûrî bir cem’iyet inşâ etme idealinden büyük ölçüde uzaklaştılar. Müslümanlar arasında cumhûrî rûh günümüze kadar ancak pek eksik ölçülerde ve dar muhîtlerde yaşıyageldi. Ama, her hâlükârda, gerek Peygamber’de, gerekse Reşîd Halîfelerde bizim için asırların küllediği güzel bir nümûne-i imtisâl bulunmakta, onlar bizim için -aslâ taklîd mevzûu olmadan- büyük bir ilhâm kaynağı teşkîl etmektedir. Hepsinden daha mühimmi de, Allâh’ın Kitabı, en büyük feyz menbâı olarak, elimizde bütün sâfiyeti ve canlılığıyle dipdiri durmakta, sâdece Rivâyetci İslâm Telakkîsini yoğuran klasik kaynakların gölgesinden gün ışığına çıkmayı beklemektedir... 2. Fasıl: Kemalist Totaliter Rejimin “Ebedî Şef”ine Tapınış (Resmî Ricâlden ve Muharrirlerden Misâller) Mustafa Kemâl’in evvelâ dirisine tapıldı… Sonra ölüsüne… Tapınış el’ân da devâm ediyor… İlkin kumandanlığı medhedildi. Derken, bu, askerî dehâ ve kahramanlık oldu. O, iktidâra hâkim oldukça, başka mezîyetleri ortaya çıktı. 27 Mart 1923’te, TBMM’deki II. Grup Lideri Trabzon Meb’ûsu Ali Şükrü Bey’in kalleşçe ortadan kaldırtılması, Totaliter İktidârın têsîs vetîresinde en büyük dönemec oldu. Totaliter İktidârın tam tekmîl têsîsi 1925’dedir. O sene vaz’edilen Takrîr-i Sükûn Kânûnu, bütün memlekette tedhîş estirdi; adım adım, muhâlefet bütünüyle silindi; kimsenin ona karşı en küçük bir tenkîd yöneltmiye, herhangi bir kusûrunu bahis mevzûu etmiye mecâli kalmadı. Çünki bunun bedeli çok ağırdı… Az zamanda, Sovyetler veyâ Nazi Almanya’sı mümâsili bir Zâbıta Devletinin pençesi altında Memleketin sesi soluğu kesildi. Artık Mustafa Kemâl “Tek Adam”dı ve sâdece onu ve Rejimini medh-ü-senâ hakkı vardı. Seneler geçtikce, kimisi dalkavukluk yaparak menfâat devşirmek için, kimisi de Kemalizmin fanatik bir mü’mini sıfatıyle medh-ü-senânın dozunu arttırdı. Memlekette bir medh-ü-senâ yarışıdır aldı başını gitti… Medh-ü-senâ, tebcîl oldu, takdîs oldu, tesbîh, tekbîr, taabbüd oldu… Artık Memlekette sâdece o vardı; her şey oydu… Bütün askerlik hayâtı parlak zaferlerle geçmiş, Çanakkale Zaferini o kazanmış, İstiklâl Harbini başlatıp zaferle netîcelendirerek Memleketi o kurtarmış, Türk Milletini o yaratmış, onlara bir vatan vermiş, o vatanı îmâr etmiş, bizi “İrticâî” hayâttan kurtarıp “Avrupaî, yâni asrî, yâni insanca” bir hayâta kavuşturmuş, velhâsıl hayâtta nâil olduğumuz ne kadar nîmet varsa hepsi ondan gelmiş, o olmasa biz olmazmışız, yâni varlığımızı bile ona medyûnmuşuz, ilh… Böylece bütün “iyilikler” ondan, bütün kötülükler “İrticâ” yaftası altında Müslümanlıktan biliniyordu… Meclis’de, matbûâtta, Orduda, CHP Kongrelerinde, Devletin her kademesinde, onun medh-ü-senâsı yapılıyor, o tebcîl, o takdîs ediliyordu. Hamdullah Suphi Tanrıöver’in CHP’nin 1947 Kurultay’ında nihâyet yüksek sesle îtirâf etmiye cesâret bulduğu gibi: “Eski Kurultayların nasıl toplandığını bilirsiniz, arkadaşlar: Merasimden, teşrifattan, hamd-ü-senâdan ibaretti, alkıştan ibaretti. Şimdi vatandaşlar konuşuyorlar…” (CHP Yedinci Kurultay Tutanağı, Ankara, 1948, s. 166) Bütün memleket onun resimleri, heykelleri, büstleri, vecîzeleri ile kaplanmıştı ve Rejimin sözcülüğünü yapan gazeteler (ki yapmıyanı zâten nâmevcûddu) bu hâl ile iftihâr ediyorlardı… Bırakınız resmî dâireleri, bakkallarda bile onun resimleri asılıydı… Sokaklar, meydanlar, müesseseler, şehirler onun ismini taşıyordu… Bu da kâfî gelmemişti: Memleketin ismi “Kemalist Türkiye (La Turquie kémaliste)”, Rejimin ismi “Kemalist Rejim”di. Ve o, “İrticâî” “Mustafa” ismini, “Gâzî” ünvânını terketmiş, “Kemâl”i “Kamâl’leştirmiş”, kendine, ayrıca “Atatürk” ismini takmıştı. Yâni o, “Türklerin Babası, Atası”ydı… Çünki -her ne kadar bin ilâ bin dört yüz seneden beri vâr olduğu iddiâ edilse de, aslında- şu Müslüman Türk Milletini o yaratmıştı… (Bittabi, onun o “Müslümanlık” sıfatı artık telaffuz edilmez olmuştu…) Üstelik, onun başıydı; biricik, rakîbsiz, alternatifsiz “Büyük Şef”iydi ve ebediyen öyle kalacaktı… Müslümanın her hayırlı işine Besmeleyle başlaması gibi, Memlekette her işe onun ismiyle başlanıyor ve meydana getirilen her eser ona izâfe ediliyordu. “Kemalist Türkiye”ye hâkim olan bu zihniyetledir ki Rejimin Zındık Şâiri (Behçet Kemal, “Atatürk’e Sesleniş” başlıklı şiirinde): “Adın besmeledir her işimizde! […] Yarın bir iskelet olsak mezarda, ‘Atatürk’ çığrışır kemiklerimiz; Nimetinle dolu iliklerimiz!” diye zikrediyordu… Vazıyet günümüzde de bu minvâl üzeredir! Önümüzde, arkamızda, sağımızda, solumuzda, tepemizde hep o var… Birilerinin “Panthéiste” olduğu gibi, şimdi koca bir halk, koca bir memleket, neredeyse toptan “Pankémaliste”tir… (Mustafa Kemâl’in Hastalığı, Ölümü, Cenâzesi; Yeni Söz, 4.2.2019/138) “Medenîleşme” yaftası altında Müşrik devirler hortlatılıyor Bin senedir, -Süleyman Çelebi’nin “Her tasavvurdan münezzeh Hak’dur ol / Âlem üzre Hâkim-i Mutlakdur ol” şeklindeki sehl-i mümteni beytinde ifâde ettiği vechiyle- tenzîhî Tevhîd akîdesinin bayrakdârlığını yapan, Medeniyetinde heykellere, büstlere, resimlere îtibâr etmiyen, hele ki onlara tâzîmi istikrâhla reddeden, san’atinde dahi hep mücerrede yönelen bir Millet, Beşeriyetin en iptidâî devirlerine dönmüş, heykeller, büstler, resimlerle Müşriklik âyinleri yapar olmuştu! Artık “Büyük Rehber”in heykelleri, büstleri, resimleri Müşrik Mekke’yi veyâ Kadîm Roma Panteonu’nu dolduran putlar gibi muâmele görüyordu… Meselâ İzmir’deki Heykel’in Mustafa Kemâl’in “Râdife”sinin ateşli nutkuyle açılışının, kadîm devirlerdeki âyinlerden bir farkı var mıydı? Heykel’in 27 Temmuz 1932’de icrâ edilen açılış merâsimini Necmettin Sadak’ın Akşam’ından tâkîb ediyoruz: “İzmir 28 [Temmuz 1932] (Hususî) – İzmir, dün çok heyecanlı ve o nisbette neşeli ve mesut bir gün geçirdi. Bütün halk sabah erkenden sokaklara dökülmüştü. Gazi heykelinin bulunduğu meydanda, İsmet paşanın oturduğu Gazi konağı civarında, caddelerde büyük bir kalabalık vardı. Her taraf bayraklar, çiçekler, yeşilliklerle donanmıştı. İzmirliler, aradan on sene geçtikten sonra, 922 deki kurtuluş günlerinin heyecanlı ve mesut dakikalarını tekrar yaşıyorlardı… İlh…” (Akşam, 28.7.1932, s. 1) Bu heyecânlı kalabalığa hitâb eden Başvekîl Mustafa İsmet de, -nutkundaki kendi tâbiriyle- “Büyük Rehber Gâzî”yi ve onun “timsâli olan heykel”ini en harâretli ifâdelerle tebcîl ediyordu: “Aziz vatandaşlar; “Baş döndürücü fırtınalara tutulduğu bir zamanda millete yol gösteren büyük evlâdının hatırasını gelecek nesillere nakletmek için toplanmış bulunuyoruz. Karşımızdaki aziz timsal, Büyük Millî Rehberin harikulâde benliğini gözlerimiz önünde canlandırırken onun insanî ve millî rolünün canlı ve derin manasını da ifade etmiş olacaktır. […] (Akşam, 28 Temmuz 1932, s. 1) Kemalizm sâyesinde Türkiye hızla “medenîleşiyor” ve bir çırpıda “Orta-Çağ karanlığından” “Avrupa Medeniyetinin aydınlığına” sıçrıyor: Artık bütün memleket sathı, bir baştan bir başa, onun devâsâ veyâ daha mütevâzı eb’âdda heykelleri, büstleri, v.s. ile kaplanmakta, bunlar, -kadîm âyinleri andıran- tantanalı merâsimlerle “hizmet”e açılmakta, sonra her fırsatta bunların önünde ihtirâm vakfeleri tertîb edilmekte, bitmez tükenmez ateşli nutuklar îrâd edilmekte, “İrticâ”a ateş püskürülmekte, sadâkat yemînleri haykırılmaktadır… (Yeni Söz, 4.2.2019/138) ***