A
Admin
Yönetici
Yönetici
(-Eşref Edib Fergan neşri- Sebilürreşad, No 205, Eylûl 1955, s. 69) Sîretü’n-Nebî, Ömerü’l-Fârûk gibi birçok kaynak eserin müellifi Mevlânâ Şiblî Nûmânî (Hindistan, Bindûl, 1857 - A’zamgarh, 1914): “…Hazreti Ömer, devletin idare temellerini o kadar sağlam surette tesis, onları o derece inkişaf ettirmişti ki, bizzat hal-i hayatında bir memleketin hüsn-i idaresi için lâzım olan bütün hükûmet dairelerini vücuda getirmiş, bunları mükemmel surette işletmişti. […] Cumhuriyet idaresini şahsî idareden ayıran başlıca sıfat-ı fârika, halkın memleket idaresine müteallik meseleler üzerinde haiz olduğu nüfuzdur. Halkın hükûmeti murakabe hususunda haiz olduğu hukuk ne kadar büyükse idaredeki cumhurî ruh da o kadar kuvvetli olur. Devlet reisi şahsî kuvvetleri zayi ederek icra heyetinin ancak bir uzvu olduğu zaman halkın murakabesi son merhalesine varmış olur. Mutlak idarede [ise] bütün iktidar ve nüfuz bir ferdin elinde temerküz eder… […] …Hazreti Ömer, bugün halkçı ve cumhuriyetperver idarenin zaruriyatından sayılan her şeye vücut vermeğe muvaffak olmuştur. Bu idare tarzının en esaslı kaidelerinden biri, milleti temsil eden bir meclisin, bir ‘meclis-i şûra’nın içtimaıdır. Bu ise, Hazreti Ömer tarafından yapılmıştır. Herhangi bir mesele hakkında karar verileceği zaman Şûra erbabı meclisi derhal içtimaa davet edilir, ancak müdavele-i efkârdan sonra ekseriyetin reyine tevfikan karar verilirdi. O zamanın islâm cemaatini teşkil eden zümrelerin, bellibaşlı kabilelerin mümessilleri mecliste bulunurdu. Umumî meseleler hakkında bu meclisin kararı kat’î idi. Mühim meselelerde içtima günlerce devam eder, tam hürriyet dairesinde nutuklar irad edilirdi. […] …Hazreti Ömer, meşveretsiz bir devlet olamıyacağına kani idi. Şûra meclisi, ehemmiyet-i mahsusayı haiz hâdisat vukuunda içtima ederdi. Her günkü meseleleri müzakere eden bir meclis daha vardı ki, Peygamberin mescidinde toplanırdı. Şûra meclisinden başka efkâr-ı umumiye de devleti murakabe ederdi. Halkçı, yahut cumhuriyetçi hükûmetlerin esas kaidelerinden biri de herkesin hukuk ve menafiini müdafaa hususunda hürriyet sahibi olmasıdır. Hazreti Ömer zamanında herkes en vâsi mikyasta bu hürriyetten istifade ediyordu. Halkçı bir idarenin hakikî mahiyeti şu noktadadır ki devlet reisi âhad-ı nâsden hiç birinden fazla bir hukuku haiz olmaz. Yani memlekette mer’î olan kanunlardan hiç birinin fevkinde telâkki olunmaz, maişeti için tahsis olunan meblâğlardan daha fazlasını gasbe imkân bulamaz, haiz olduğu mevki itibarile hayatı içtimaiyede faik bir makam işgal etmez, salâhiyetleri mahdut olur ve harekâtı her türlü intikadın fevkinde sayılmaz. Bütün bu şerait Hazreti Ömerin zamanında o kadar kat’î bir şekilde tatbik olunuyordu ki, daha mükemmeline bu dünyada tesadüf etmek âdeta imkânsızdır. Bir defa içtima esnasında hâzirûndan biri Hazreti Ömere mütemadiyen: ‘Allahtan kork, Ömer!’ demişti. Diğer bir zat buna: ‘İhtarınızı müetaddid defalar tekrar ettiniz, yetişmez mi?’ demiş, bilmukabele Hazreti Ömer: ‘Bırakınız, demişti, bu murahhaslar istedikleri ihtaratta bulunmazlarsa bir faideleri kalmaz, vazifelerini ifa etmiş olmazlar. Biz de onları dinlemiyecek olursak salâhiyetimizi tecavüz etmiş, kanuna karşı gelmiş oluruz.’ İlh…” *** Hakîkaten, İslâm mes’elesi, hâssaten Türkiye’mizde Cumhûrî Nizâmın kemâliyle inşâsı için, yepyeni bir Cumhûrî Esâsiye çerçevesinde ve mutlakâ gerçek cumhûrî rûhla hâlledilmesi lâzım gelen en hayatî üç mes’elemizden, yâni Kemalizm / İslâm / Milliyetler mes’elesinden biridir. Bu çerçevede son sözümüz: İslâm da (hiçbir kamuflaja ihtiyâc kalmadan) açıklıkla siyâsî hayâtta yerini almalıdır! Fakat tamâmen cumhûrî bir hüviyete bürünmek şartıyle! Ki bunun için ise samîmî bir şekilde İlmî Zihniyet ve Felsefî Tefekkürle dînî mîrâsımızı sorgulamaktan başka birşeye ihtiyâcımız yoktur! İşte o zaman İslâmın kendi orijinal cumhûrî kimliğiyle siyâsî hayâtımıza ne güzel bir çeşni kazandırdığını hep berâber görebileceğiz! Evvelâ Türkiye’de, sonra bütün dünyâda! (Ankara, 14.2.1995) 4. Bahis: Hz. Peygamber’in Cumhûrî Esâsiyesi Kur'ân-ı Hakîm'den istidlâl ettiğimiz cumhûrî / istişârî cem’iyet anlayışını têyîd ve têkîd eden bir başka pek mühim delîl de Peygamberî Medîne Esâs Kânûnu (Medîne Esâsiyesi)’dir. Medîne Esâs Kânûnu’na giden yolda iki büyük merhale vardır. Bunlar: 1. ve 2. Akabe Bîatleridir. Şöyle ki: Mekke'de İslâmı kabûl edenler Resûlullah'ın etrâfında bir cemâat teşkîl etmişlerdi. Resûlullah bu cemâatin tabiî lideriydi. Fakat bu cemâat, sâdece, bir Devlet veya cem’iyet içinde az-çok muhtâr bir topluluk hüviyetindeydi. Demek istediğimiz, henüz bu inanmış topluluktan hareketle bir Devlet yapısı teşkîl etmek bahis mevzûu değildi. Ve Mekke'deki şartlar, müsâvât statüsüyle cumhûrî bir cem’iyet teşkîline müsâid olmaktan pek uzaktı. Hattâ Mekke'nin Müşrik cem’iyeti, kendi içinden çıkan bu topluluğu gayr-i meşrû îlân etmişti. Derken, dînî zıdlaşma, tam bir düşmanlaşma raddesine varmıştı. Kuvvetli mevk̆ide olan Müşrik cem’iyeti artık işi bu küçük topluluğa karşı jenosid planlamaya kadar vardırmıştı. İşte Vicdân Hürriyetinin ve Hayât Hakkının tanınmadığı, can ve mal emniyetinin tamâmen ortadan kalktığı, Müslümanların büyük bir çâresizlik içine düştüğü bir ânda Resûlullâh’ın Hak Dîn dâvetine cevâb veren bir avuc Medîneli, yeni bir oluşumun başlangıcını teşkîl ettiler. 1. Akabe Bîatinin derin mânâsı Medîneli 12 Müslümanın Mekke-Mînâ yolu üzerinde Akabe mevkiinde gizlice Hz. Peygamber’le buluşarak ahidleşmeleri, Cumhûrî Devlet yolunda atılan ilk adım oldu. Bîatteki başlıca taahhüdler şu şekildeydi: “Allâh’a hiçbir şeyi ortak koşmıyacağız, hırsızlık yapmıyacağız, zinâ etmiyeceğiz, çocuklarımızı öldürmiyeceğiz, iftirâda bulunmıyacağız, hiçbir mârûfta sana isyân etmiyeceğiz.” (1. Bîat için mürâcaat ettiğimiz kaynaklar, biraz aşağıda zikredeceğimz 2. Bîatinkilerle aynıdır…) Bu Bîatteki “mârûf” tâbiri, “aklıselîme, maslahata, hayra, ahlâkî düstûrlara muvâfık olan” mânâsındadır. Kur’ânî “Emr-i bilmârûf, nehy-i anil-münker” düstûru da, insanlara aklıselîm ve mazbût ahlâkın hoş gördüğünü tavsıye edip aksinden, yânî “münker”den onları vazgeçirmiye çalışmaktır. Yaşadığımız cem’iyette hepimiz aynı gemideyiz demekdir. Şiddete mürâcaat etmeden, güzellikle, hâssaten lisân-ı hâl ile insanlara örnek olarak bu Kur’ânî emri îfâ etmezsek, hep berâber batarız… 1. Akabe Bîatinin muhtevâsından vâzıhan anlaşıldığı vechiyle, yeni bir cem’iyetin temelini atarken hareket noktası İnsan Hakları veyâ İnsan Hakları Ahlâkı idi. Ve o cem’iyetin başının –“mârûf” (aklıselîme, hayra, maslahata uygun) olmak şartıyle- emirlerine itâat kabûl ediliyordu. Burada bir despota, bir hükümdâra, bir diktatöre, bir ruhbana, bir şeyhe körü körüne, kayıdsız şartsız itâatin, boyun eğişin tamâmen zıddı bir hâl bahis mevzûudur. Cumhûrî rûha tamâmen muvâfık olarak her ferd kendi hükümrânlık hakkından sâdece cem’iyet hayâtının elzem kıldığı mahdûd mik̆dârda ve gönüllü olarak ferâgat etmekte ve bu çerçevede reîs de hem hür irâdeyle seçilmekte, hem de kendisine (dolayısıyle Devlete ve âzâ olunan benzeri her çeşid teşkîlâta) “mârûf”la ve İnsan Hakları Ahlâkıyle mukayyed olarak itâat esâsı cârî kılınmaktadır. Böylece yeni cem’iyet tamâmen güzel ahlâk ve İnsan Hakları temeli üzerine binâ edilecek, gerçek mânâda cumhûrî bir cem’iyet olacaktır. Nitekim Kur’ânî “bîat” mefhûmu da, açıkça, umûmî rey hakkı, seçimle, millet irâdesiyle iş başına gelme, temsîlî hükûmet, cumhûrî idâre, cumhûrî hâkimiyet esâsı gibi mefhûmları mündemic bulunmaktadır. Bu mefhûm İslâm inancında öylesine köklüdür ki -Avrupa'daki monarşilerden farklı olarak- Müslüman sultanlar, pâdişâhlar, sözde halîfeler bile hiç olmazsa şeklî olarak bu müesseseyi devâm ettirme ihtiyâcı hissetmişlerdir. İslâmın aslında bir cumhûriyet rejimi olduğunun, gerçek devlet, millet reîsliğinin halkın serbest irâdesine, rızâsına dayanması gerektiğinin öylesine farkındaydılar ki hiç olmazsa şeklî olarak bîat esâsını yerine getirmekle zevâhiri kurtarmıya ve vicdânlarını rahatlatmıya çalıştılar. Hakîkaten, Kur'ân-ı Azîmüşşân'da ne Saltanat, ne Velâyet-i Fakîh, ne Şeyhlik, ne de Mehdî hurâfeleri vardır. Ve orada Totalitarizmin (Kur’ânî tâbirlerle Nemrûdluğun, Fir'avunluğun, istik̆bârın) hiçbir çeşidine de yer yoktur. Bîat, Allah’ın, (yeryüzünde hilâfet - hükümrânlık statüsü çerçevesinde) kadın-erkek her insana tanıdığı rey hakkıdır. Milletin ve herhangi bir topluluğun, cemâatin, ictimâî teşkîlâtın başı ancak onların serbest reyiyle seçilebilir, ancak onların rızâsıyle işbaşında kalıp onları idâre edebilir ve o ancak mârûfu, maslahatı, adâleti, İnsan Haklarını, halkın rızâsını ve bütün bunlarla Hakk’m rızâsını gözettiği nisbette ona tâbî olunur; salâhiyeti, bütün icrâatı da umûmî maslahatın lüzûmlu kıldığı hâllere münhasırdır, bunlarla sınırlıdır. Âdil, ehil bir kimseyi seçip iş başına getirmek ve böyle birine bîat etmek ise, Rızâ-i İlâhîye muvâfık olduğu için dolaylı olarak Allah'a bîat etmek demekdir; bu bakımdan pek mübârek bir iştir. Allah-ü Teâlâ meâlen şöyle buyurur: “Muhakkak ki sana bîat edenler Allâh’a da bîat etmişlerdir. Allâh'ın ‘eli’ onların eli üzerindedir. Kim ahdini bozarsa kendi aleyhine bozmuş olur. Ve kim de Allâh’a ahdine vefâ gösterirse Allâh ona büyük bir ecir verir.” (Fetih-48-: 10) Allâh, tamâmen erkeklerle müsâvî bir şekilde kadınlara da seçme-seçilme (bîat) hakkı tanımıştır: “Ey Nebî, mü’min kadınlar sana gelip Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmıyacaklarına, hırsızlık yapmıyacaklarına, zinâ etmiyeceklerine, çocuklarını öldürmiyeceklerine, elleri ile ayakları arasında bir iftirâ uydurup getirmiyeceklerine ve mârûf olanda sana isyân etmiyeceklerine dâir bîat ettiklerinde bîatlerini kabûl et ve onlar için Allâh’dan mağfiret dile! Allâh gafûrdur, rahîmdir!” (Mümtehine-60-: 12) Ve gerekdiği her durumda îtimâd reyi veyâ referandum mâhiyetinde bîat tekrârlanır (Hudeybiye Musâlehası esnâsında Rıdvan Bîatinde olduğu gibi): “Allah, sana ağacın altında bîat ettikleri zaman o Mü'minlerden râzı olmuştur. Allah onların kalblerindekini bildi de üzerlerine huzûr ve sükûn indirdi ve onlara yakın bir fetih mükâfatı verdi.” (Fetih-49-: 18) “Bîat” ıstılâhı hakkında T.D.V. İslâm Ansiklopedisi’nde verilen aşağıdaki îzâhat da Kur'ânî İslâmdaki “bîat” mefhûmunun tam mânâsıyle cumhûrî bir mefhûm olduğu, Kur’ânî / cumhûrî rûhun pek güzel bir ifâdesi olarak ele alınması lâzım geldiği yönündeki tesbîtimizi têyîd ediyor: “Biat: Türkçede ‘biat’ şeklinde kullanılan kelimenin Arapça aslı ‘bey’at’tır. Bey’at, satmak, satın almak mânâsındaki bey’ masdarına bağlı olarak: 'yöneticilik tevdi etmek, birinin yöneticiliğini benimsemek’ anlamında kullanılmıştır. Sosyopolitik bir akid olarak ise devlet başkanını seçme, belirleme ve İslâm hukuku çerçevesinde ona bağlılık gösterme anlamına gelmektedir. Genellikle Araplar yaptıkları ticarî anlaşmaları teyit amacıyle el sıkışmayı âdet haline getirdiklerinden, idare edenle edilen arasında bir nevi anlaşma niteliği taşıyan devlet başkanı seçimini de el sıkışma suretiyle belirlemişler ve aradaki benzerlikten dolayı buna da bey'at demişlerdir. Âdeta devlet başkanını belirleme akdinin taraflarından biri (halk) yönetilme hakkını öbürüne devretmek, diğeri de (devlet başkanı) hukuka riayet etmek suretiyle bunun karşılığını ödemek üzere anlaşmışlardır.” (Cengiz Kallek, “Bîat”, T. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1992, c. 6, ss. 120-121) Filhakîka, nasıl ki alış-veriş tamâmen hür irâdeyle yapılır, karşılıklı rızâya dayanır, her iki tarafın menfâatini sağlıyacak şekilde bir hakkın (o mal ve para üzerindeki mülkiyet hakkının) devrini sağlarsa, aynen onun gibi siyâsî bîat de, herkesin menfâatini, dîğer tâbirle umûmî maslahatı sağlamak gâyesiyle, halkın, kendi hükümrânlık hakkından mahdûd bir kısmını, kendi rızâsıyle ve murâkabeli bir şekilde idârecilere (Halîfe veyâ Cumhûrreîsine, milletvekîllerine, hükûmete, v.s.) devretmesidir.