A
Admin
Yönetici
Yönetici
Zannî bir bilgi kaynağı, insanların hayât ve memâtı hakkında mesned olmamalıdır Her Müslüman bilir ki İslâmın esâs kaynağı, temel kitabı Kur’ân-ı Azîmüşşân’dır. İslâm adına ortaya atılan hiçbir iddiâ mantıklı bir şekilde Kur’ân’la irtibâtlandırılmadan İslâmı temsîl bakımından herhangi bir kıymeti hâiz değildir. Kur’ân, Resulullah’dan itibaren öylesine sağlam bir usûlle nakledilerek bize intikâl̃ ettirilmiştir ki ilmî-felsefî planda onun İlâhî Kitap olup olmadığı tartışılabilirse de, en azından İslâmın tahrîften tamâmen âzâde esâs kaynağını teşkîl ettiği neredeyse tartışma götürmez bir hakîkattir. Her ne kadar Kur’ân-ı Kerîm’in mânâsı An’anevî Telakkî çerçevesinde tefsîr yoluyle pek çok tahrîfâta mârûz kalmışsa da, metni aynen muhâfaza edildiğinden, bu mânâ çarpıklıklarını düzeltmek her zaman için mümkündür. An’anevî İslâm Telâkkîsi dahi Kur’ân’ı esâs kaynak kabûl etmekle berâber, onu -en fazla zannî bir bilgi kaynağı olan- Âhâd Hadîslerin têsîri altında yorumlıyarak teblîğini büyük ölçüde bulandırdığı gibi, ayrıca, inzâl olduğu târihî şartlara dikkat ederek onu lâfzından, şeklî hükümlerinden ziyâde rûhuyle ele almak lâzım gelirken, değişen zamânın şartlarını dikkate almadan, harfiyen tatbîkâta koymak gibi ikinci bir hatâ daha işlemiştir. (Oysa Mecelle’nin 39. Küllî Kâidesi, değişen zamânın şartlarını dikkate almayı âmirdir: “Ezmânın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz.”) Evet, An’anevî Telakkî İslâmın ilk devirleri için şâyân-ı kabûl olsa dahi, onu, İnsanlığın tekâmülünü hiç kaale almadan her devir için de vazgeçilmez standard haline getirmek büyük bir hatâdır, insan cem’iyetinin dinamizmine pek muvâfık bir dinamizm ifâde eden, hattâ İnsanlığı tekâmüle zorlıyan Kur’ânî Rûhu, Kur’ânî Teşrîin Hikmetini nazar-ı dikkate almamaktır. Vâkıa, Kur’ânî Teşrîin Hikmetini ihmâl etmenin esâs sebebi de yine Âhâd Hadîslerdir yâhud -tâbir câizse- “Hadîs Zihniyeti”dir. Târihî seyir içinde âdetâ Kur’ânî Rûha alternatif olarak teşekkül etmiş Hadîs Zihniyeti… Hemen hemen tamâmı “senedleri, isnâdları” îtibâriyle “haber-i âhâd” hükmünde olan bu rivâyetler, ancak ilmî tenkîd süzgecinden geçirilerek ve İslâmın esâs kaynağı ve -biz Müslümanların îtikâdınca- Allâh’ın Kitabı olan Kur’ân’la mukâyese edildikden (Kur’ân’a arz edildikden) sonradır ki şâyân-ı îtimâd bir mâhiyet kazanabilir, fakat bu takdîrde dahi İslâm hakkında (Kur’ân-ı Mübîn gibi yak̆înî değil) en fazla zannî bilgi kaynağı olabilirler. Ne yazık ki ilk devrin Sünnî Akâid kitablarında yer alan bu isâbetli hükme rağmen, zamânla kemikleşen An’anevî İslâm Telakkîsi bu hükmü de unutarak Muhaddislere ve meşhûr Hadîs mecmuâlarına efsânevî bir hüviyet kazandırmış, Hadîs mecmûalarını dahi katı birer îtikâd mevzûu hâline getirmiştir. Sünnî Akâidinde, Âhâd Hadîslerin ancak zannî bilgi kaynağı olduğu, bundan nâşî îtikâdî mes’elelerde delîl olamıyacağı hükmü, Dirâyetci Müslümanlık noktainazarından da pek büyük ehemmiyeti hâiz olduğu için, îtibârlı iki Sünnî kaynağından bu hükmü nakletmemiz aydınlatıcı olacaktır: a) 30.6.1960 – 6.4.1961 devresinin Diyânet İşleri Reîsi Ömer Nasuhi Bilmen’den (Erzurum, 1883 – İstanbul, 12.10.1971, Edirnekapı Sakızağacı Şehîdliği Mez.): “Ehadisi Şerife (Süneni nebeviye)nin eksamı: “Ehadisi şerife, ravilerin adedine nazaran üç kısma ayrılır: “1- Hadisi mütevatir: Kizb üzerine ittifakları aklen tecviz olunmıyan cemaatlerin biribirinden ve ilk cemaatin de bizzat hazreti Peygamberden rivayet ettiği hadisi şeriftir. İlmi yakîn ifade eder. Artık bu hadis (acaba Peygamberden sadır olmuş mudur?) diye tereddüte imkân kalmaz. “2- Hadisi meşhur: Asrı evvelde haberi âhâd kabilinden iken asrı sanide iştihar edip kizb üzerine ittifakları aklen tecviz olunmıyan bir cemaat tarafından rivayet olunan hadisi şeriftir. İlmi yakîn derecesine karib bir surette kalbe itmînan verir. [Âşikârdır ki “Asr-ı evvelde haber-i âhâd kabîlinden iken asr-ı sânîde iştihâr etmeleri”, onları Ahâd Hadîs olmaktan çıkarmaz…] “3- Hadisi âhâd: Bir iki veya daha ziyade zatlar tarafından nakl ve rivayet olunup iştihar haddine bâliğ olmayan hadisi şeriftir. Şeraitini cami’ olduğu takdirde zannı galib ifade eder. Binaenaleyh ameliyyat hususunda delil olup muktezasiyle amel vacibolur. Fakat i’tikadiyat hususunda delil olamaz.” (Emekli Diyânet İşleri Reîsi Ömer Nasûhî Bilmen, Muvazzah İlm-i Kelâm, İstanbul: Bilmen Ye., 1972, ss. 105-106; aynı eserin 1955 baskısında –Ergin Ke. Yl.- ss. 143-144) b) Kâhire Üniversitesi’nde İslâm Hukûku Prof. Dr. Muhammed Ebû Zehrâ’dan: “Haber-i vâhid olan Hadîslerin Hz. Peygamber’e ittisâli zann-ı râcih [zann-ı gâlib] üzeredir; yoksa ilm-i yakîn yoliyle değildir. Onun için ulema bunlar hakkında: ‘İttisâl var, fakat şüpheli’ demişlerdir. Keşf’ül-Esrâr sahibi şöyle diyor: ‘Bu haberin ittisâlinde sureten ve mânen şüphe vardır. Sureten şüphenin sübutu şöyledir: Hz. Peygamber’e ittisâl kat’î olarak sâbit olmuş değildir. Mânen şüpheye gelince: Ümmet onu kabulle karşılamadı… Bunlarda adede itibar yoktur. Yâni haberin vârisinin müteaddit olması, haber tevâtür ve meşhur derecesine ulaşmadıktan sonra, onu haber-i vâhid olmaktan çıkarmaz.’ (Abdülaziz Buhârî, Keşf’ül-Esrâr, cüz II, s. 990) Rahmetli Diyânet İşleri ReîsiAhmed Hamdi Akseki, Arab Birliği Umûmî K̃âtibi Abdurrahmân Azzâm Paşa’nın–Hasan Hüsnü Erdem tarafından tercüme edilip 1948’de Diyânet İşleri Reîsliği tarafından neşredilmiş- Ebedî Risâlet ünvânlı pek kıymetli eserine küçük bir kitab hacminde “Mukaddime” yazarak, har̃bperver (hattâ tedhîşçi), Demokrasi ve Müsbet İlim düşmanı Entegristler hil̃âfına ve Azzâm Paşa’yle mutâbık olarak, İsl̃âmın sul̃hperver, beşer kardeşliği tarafdârı, “en yüksek Demokrasi umdelerini ihtivâ eden bir dîn” olduğunu, ayrıca, “Kur’ân’ın ilmin her çeşidini överek onları inkişâf ettirmeyi bize bıraktığını” (1948: XXII) müdâfaa etmişti… Kendisini şükrânla, rahmetle yâdediyoruz… *** “Haber-i Vâhid denen Hadîslerde böyle bir ittisâl şüphesi mevcut olduğundan, ictihad yapılan asırlarda bunlarla ihticac yapmağı, bunları hüccet tutmağı inkâr eden müctehitler bulunmuştur. [Doğrusu: “inkâr” değil, “reddeden” olmalıdır…] […] “…Cumhûr-i fukahânın görüşü, haber-i vâhid olan Hadîs eğer mevsuk ve âdil bir kimse tarafından rivâyet edilirse onu kabul etmekti. Onu itikat hususunda değilse de, amel hususunda delil ve hüccet sayarlardı. Zira itikat, şüphe bulunmıyan yakînî deliller üzerine kurulmak lâzımdır. Çünkü itikat demek, delile dayanan kat’î ve sarsılmaz bir bilgiye kanmak demektir. Onun için şüpheli olan zannî bir şey bunda delil olamaz. Amel ise tercih üzerine kurulur. Mutlak ihtimâli kaldırmak değil de, delilden neş’et etmiyen ihtimâli nefi’ etmek kâfi gelir. Hadîsi rivâyet edenin âdil, mevsuk [sika] bir kimse olması, doğruluk cihetini yalan cihetine galip kılar. İlh…” (Prof. Muhammed Ebû Zehrâ, Ebû Hanîfe, Müt.: Osman Keskioğlu, Konya: Can Kitapevi Mustafa Can, 1981, 6. baskı, ss. 303-305) Bu mes’elede en hayret edilecek husûs şudur: Sünnî Fak̆îhler, neredeyse bilittifâk, Âhâd Hadîslerin -mütevâtir haberler gibi, Kur’ân gibi- yak̆înî bilgi hâsıl etmediklerini, sâdece zannî bilgi kaynağı olabileceklerini, bundan nâşî îtikâdî mes’elelerde delîl olarak kullanılamıyacaklarını kabûl̃ ediyorlar da, insanların hayât ve memâtına veyâ en hayâtî haklarına dâir karârlar verirken, bu zannî kaynağı mesned ediniyorlar! Hâlbuki Allâh-ü Teâlâ’nın îkâzını bilmiyor da değiller: “Ve hakkında ilmin olmıyan şeyin peşinden gitme! Çünki kulak, göz ve fuâd, bunların hepsi ondan mes’ûldür! (Velâ takfu mâ leyse leke bihî ‘ilm; inne-ssem’a v’el-basara v’el-fuâde küllü ülâ-ike k̃âne ‘anhü mes-ûlâ.)” (İsrâ -17-: 36) [“İlim”: Yak̆înî bilgi… “Fuâd”: Akıl, kalb, gönül…] An’anevî fıkıh külliyâtından ancak onu tenkîdî zihniyetle değerlendirerek istifâde edilebilir Barbar Haçlı ve Moğol saldırıları karşısında rûhî-ictimâî bir ak̃sülamelle geçmişi efsâneleştirerek iyice kendi içine kapanan ve her geçen gün biraz daha mutaassıblaşan Rivâî İslâm Telakkîsi, bu arada, mezheb imâmlarını ve onların ortaya koyduğu fıkhî hükümleri de yine aynı efsâneleştirme tavrıyle tabulaştırmış, böylece İslâm telakkîsi muayyen bir çağın yorumuyle donup kalmıştır. Bugün Allâh’ın değişmez kanûnu olarak hepimize dayatılan “Sözde-Şerîat”, aslında bu kaskatı anlayıştan başka birşey değildir. Yânî fakîhlerin Ortaçağın kültürel vasatında şahsî yorum ve anlayışlarıyle ortaya koydukları ve açıkça beşer eseri olan fıkhî ve sâir dînî hükümler göz göre göre “Şerîat” tâbiriyle “İlâhî Kânûn” îlân edilmiştir. Zamânımızda adına onca cinâyet işlenen gûyâ “Şeriatcilik”, esâs îtibâriyle bu çarpık anlayıştan ibârettir. Oysa Entegristlerin, yânî fanatik An’anecilerin ağzında çılgın bir savaş çığlığı hâline getirilen kudsî “Şerîat” tâbiri, Kur’ân-ı Hakîm’de Rivâî İslâm Telâkkîsinin ona izâfe ettiğine tamâmen zıd bir mânâ taşır. Çünki “Kur’ânî Şerîat” mefhûmu, Dînin değişken cephesini ifâde eder. Hülâsaten îzâhına çalıştığımız böyle bir tenkîd netîcesinde Rivâyetci Telakkînin İslâmı temsîl kâbiliyetinde olmadığı, onun ancak bin sene geride kalmış bir dünyânın temsîlcisi olabileceği sarâhaten ortaya çıkıyor. Sâdece yoğrulduğu, ifâdesi olduğu çağın temsîlcisi olarak ele alındığı takdîrde bu telakkî bizim için de bâzı cepheleriyle şâyân-ı hürmettir; çünki o çağı kendi çağımızın ölçüleriyle muhâkeme etmek hakkâniyetli olmaz. Fakat kabûl edilemez olan şey, âid olduğu devirde kalması gereken bir anlayışın Kıyâmete kadar da Müslümanlara vazgeçilmez standard olarak dayatılmasıdır. Hâlbuki böyle yapılmasa, seçmeci bir tavırla ve târihî bir kaynak olarak ele alınsa, o telakkîde bugün için de mûteber olabilecek, bugün de istifâde edilebilecek pek çok şey bulunabilirdi...