Mustafa Kemâl'in uydurma şecereleri ve hakîkî mensûbiyeti (101)

  • Konbuyu başlatan Admin
  • Başlangıç tarihi
A

Admin

Yönetici
Yönetici
f-o-t-o-2.jpg


(Tan, 29.12.1936, ss. 1 ve 10)

***


“Merhumun defnedildiği yer, Edirnekapı Şehitlik karşısındaki kabristandır. Burada eski dostlarından ve Üniversite profesörlerinden merhum [Babanzâde] Naim yatmaktadır. Üstadın makberesi, onun yanındadır. Biraz daha ileride merhum şair Süleyman Nazifin makberesi vardır.” (Tan, 19.12.1936, s. 10)

Bu nüshanın 3. sayfasında, Burhan Felek’in “Şair Akif Öldü!” başlıklı fıkrası ve 6. sayfasında, Ömer Rıza Doğrul’un “İstiklâl Marşı Şairi Akifin Son Günleri” başlıklı yarım sayfalık makâlesi bulunuyor.

Burhan Felek, üstün vasıflı insanın nâdir yetiştiği Memleketimizde, onların dahi kadrinin bilinmediğinden yakınmakta, Mehmed Âkif ’in, nice benzerleri gibi, nisyâna gömülmemesini temennî etmektedir:

“Bizde çok adam yetişmediğini söylemekle büyük bir keramet izhar etmiş olmayız. Fen, ilim, edebiyat vesaire sahalarında ender olarak yetişenler, çorak bir toprakta boynu bükük açılmış bir kavruk gül gibi yetişirler. Onun için bu gibilerin kadrini bilenler onların üstüne titrerler. Titreler de ne olur? O da bir başka hikâyedir.

“Dün nâşını toprağa gömdüğümüz adamı da yarın nisyana gömmiyeceğimizi pek te temin edemiyeceğimiz büyük Türk şairi Akif, bunlardan biridir. Baytarlık gibi en namüsait bir zeminde son Türk şairlerinin serefrâzı olar yetişmiştir. Ben bu büyük şairle şahsen görüşmüş değilim. Fakat hayatımda bana şiir heyecanını yaşatan, sözler ile duygularımı avucunun içine alıp yuğuran yegâne adamdır. Akif yalnız lisana değil aklı selime de tasarruf ederek nazmetmiş bir şair idi.

“Atalarımız varlıklı adamları hayatlarında tebcil etmeyi, öldükten sonra da onlara icap eden hürmeti göstermeyi bizden çok daha fazla bilirlerdi. Biz onların yaptıkları türbeleri bile harap olmaktan koruyamıyoruz. Birkaç gün evvel ‘Tan’da resmini koyduğumuz Gazi Osman Paşa türbesi bunun acıklı bir nümunesidir. Daha dün Adana’dan gelen bir dost, Ziya Paşanın ordaki kabrinden elemle bahsetti.

“Umalım ve temenni edelim ki; şair Akifin şiirlerindeki sönmiyen mukaddes alev, bizim ve bizden sonrakilerin vicdanlarımızı aydınlatarak kıymetlere hürmet etmenin bir insanlık zarureti ve borcu olduğunu ilelebet gösteredursun.” (Burhan Felek, “Şair Akif Öldü!”, Tan, 29.12.1936, s. 3)

Dâmâdı Ömer Rıza Doğrul’un aynı nüshanın altıncı sayfasında müderic makâlesinden, Mehmed Âkif merhûmun, son ânlarına kadar şuûrunu muhâfaza ettiği anlaşılıyor:

“…Üstat, Alemdağından son avdeti sırasında pek harap bir halde idi.

“Bu ane kadar bu derece şiddetli buhranlar geçirdiği görülmemişti. Meş’um hastalığın son ve kat’î hücumlarını yaptığı besbelli idi. Fakat ölümünden iki gün evvel tekrar uzun uzadıya konuştuk. Gerçi dili biraz ağırlaşmıştı, ve sözleri biraz zorla anlaşılıyordu. Fakat kafası, ciyadetinden ve kudretinden bir şey kaybetmemiş; gözlerinin feri kat’iyyen sönmemiş, zekâ ve kavrayışı zerre kadar eksilmemişti. Bana memleket işlerini ve dünya vaziyetini sormuş ve cevaplarımı derin bir alâka ile dinlemişti.

“Nihayet dün, üstadın halinde gündüzden bir tahavvül göze çarptı. Kendisi her zamankinden daha hallice idi. Konuşuyordu, fakat yalnız bırakılmak istemiyordu.

“Akşamlayın yedi buçuktan biraz sonra kısa bir nefes darlığı üzerine herşey bitti ve üstat kendi tabiriyle ‘nazenin bezmine’ kavuştu.”

Doğrul’un makâlesinden, onun, hangi eserleri yazmayı planladığı hâlde onları kuvveden fiile çıkaramadığını ve buna neyin başlıca sebeb olduğunu da öğreniyoruz:

“Ötedenberi en büyük emellerinden biri İstiklâl harbinin destanını yazmaktı. [Bu destânın, Mev’izelerindeki rûha muvâfık olacağı âşikârdır… Onda bâzı şahısların tebcîl edilmesi beklenemezdi…] Mısıra çekilmekten maksadı, hayat gailelerinden azade bir köşede çalışmak ve bu destanı yaratmaktı. [???] Tam bu sırada diyanet işleri riyaseti ona Kur’an tercümesini vermek istedi. Kendisi bu işi kat’î surette kabul etmemek istemiş, ve bu kararında ısrar etmişti. [Bu ısrârın arkasında, “Mutlak Şef”in “Dîn İnkılâbı” projesinin olduğunu biliyoruz. Lâkin, maâlesef, başlangıcda ne Merhûm, ne de Rifat Börekci, Ahmed Hamdi Akseki, Babanzâde Ahmed Naim, Elmalılı M. Hamdi Yazır bu projeden haberdârdı. Üstâd, onu anladığı ânda, Meâlinin o meş’ûm projeye âlet edilmesine kat’iyen râzı olmadı ve bütün baskılara rağmen Meâlini onlara teslîm etmedi. Maâlesef oportünist bir şahsıyet olan Doğrul’un buradaki îzâhatının bir kısmı, hakîkate muvâfık değildir…]

“Bu ısrara, ısrar ile mukabele edenlere: ‘- Birkaç parça şiir yazacağım, ona mâni olursunuz!’ diyordu.

“Fakat yine muannidane ısrar ile karşılanmış, ve onun bu yerden göke kadar haklı olan itizarı kabul olunmamıştı.

“Akif buna rağmen bu işi üzerine almamıya uğraşmış, bir aralık muvaffak olur gibi olmuş, bu sefer işi mutlaka ona yüklemek istiyenler, merhumun en aziz arkadaşı merhum Ahmet Naimi öne sürerek üstadı iknaa çalışmışlar, nihayet Akif, ömründe kırmak istemediği Naimin ısrarına dayanamamış ve bu işi kendi tabiriyle, ‘istemiye istemiye’ kabul etmişti. İlh… [Doğrul’un bundan sonraki îzâhatı, hakîkatin muharref hâlidir…] […]

“Onun yazmak istediği bir eser de Haccetül Veda’dı. İslâm tarihinin en müheyyiç vak’alarından biri olan bu hâdise, Peygamberin son haccını ve yüz binden fazla Müslümana hitaben söylediği bir nutku tasvir edecekti.

“Nihayet İslâm-Türk tarihinden alınma bir vak’anın ilhamile bir piyes yazmak istediğini söylüyordu. Vak’a ehlisalip harpleri devrinden alınacak, Eyüp oğlu Salâhattinin kahramanlıklarını anlatacaktı. İlh…” (Ömer Rıza Doğrul, “İstiklâl Marşı Şairi Akifin Son Günleri… Üstadın büyük emellerinden biri, istiklâl savaşının bir destanını yazmaktı…”, Tan, 29.12.1936, s. 6)

Mehmed Âkif’in vefâtına dâir haberlerin ortaya çıkardığı hakîkatler

Buraya kadar, devrin belli başlı gazetelerinde rahmetli Mehmed Âkif’in vefât ve cenâze haberlerini ve bu vesîleyle kaleme alınmış fıkra ve makâleleri tek tek incelemiş bulunuyoruz. Bunlar üzerinde teemmül edince şu gibi tesbîtlere ulaşılıyor:

1) Mehmed Âkif; Mustafa Kemâl ve Totaliter Rejimi nezdinde, “İrticâ”ı temsîl eden bir “istenmiyen adam”dı. “Mutlak Şef”, bütün baskılarına rağmen Meâl’ini kendisine teslîm etmiyen ve bu sûretle, başlattığı “Dîn İnkılâbı”nın tam hedefine ulaşmamasında ciddî bir âmil olan Mehmed Âkif’e bu sebeble dahi buğzediyordu. Bu gibi sâik̆lere mebnî olarak, Rejim, Mehmed Âkif’in hasta vazıyette Mısır’dan avdetine kadar onu mümkün mertebe unutturmıya, eserlerini, fikirlerini Memlekette têsîrsiz kılmıya çalışmıştı. Lâkin halk onu unutmuş değildi ve -en azından- İstiklâl Marşı’nın şâiri olarak, için için sevmiye, hayırla, şükrânla yâdetmiye devâm ediyordu.

2) Merhûm, Vatanına avdet edince, matbûât, halkın ona karşı alâkasını, merâkını bildiği için, onun hakkında röportajlar neşretme ihtiyâcı hissetti. Fakat gazetecilere verdiği mülâkatlardan bâzıları, kendileri veyâ gazeteleri tarafından tahrîf edilerek, Kemalizmi tervîc eder bir muhtevâyle okurlara arzedildi. Hâlbuki o günün ceberût iktidâr şartlarında, Mehmed Âkif’in bunları tekzîb etme imkânı da yoktu…

3) Vefâtında, başta “Mutlak Şef” ve Hükûmeti olmak üzere bütün resmî ricâlden ne en küçük bir beyânât sâdır oldu, ne de cenâzesinde hazır bulundular… Planları, onu -Mithat Cemal’in tâbiriyle- “bir fıkara cenâzesi” gibi toprağa verdirmekdi. Fakat bu tertîblerini kadirşinâs üniversite gencliği ve halk bozdu. Sâdece şu hâdise dahi, son deminde kendisine Kemalizm lehinde sözler sarfettirilen Mehmed Âkif ile bu ideoloji ve onun Şefi arasında ne büyük bir tezâdd olduğunu ve o sözlerin iftirâdan ibâret bulunduğunu anlamıya kâfîdir.

4) Vefâtında, hepsi ancak “Mutlak Şef”in arzûsuna göre kalem oynatan (Hakkı Tarık Us ve kardeşleri dâhil) bütün bir gazete patron ve başmuharrirleri takımının, aynen resmî ricâl gibi, bir ölüm sessizliğine gömülmesi dahi, aynı derecede mânîdâr ve hakîkati ifşâ eder mâhiyettedir… Aynen Mustafa Kemâl’in doğrudan sâhibi olduğu ve Rejiminin yarı-resmî sözcülüğünü yapan Ulus gazetesinin tavrı gibi…

5) Ahmet Refîk, Hasan Âli gibi muharrirler Mehmed Âkif’in san’atkâr olarak büyüklüğünü îtirâf ettikleri zamân dahi, Kemalist mantıkla, onun ve temsîl ettiği dünyâ görüşünün mîadını doldurmuş olduğu iddiâsında bulundular. Bununla, onu mâzîye gömme, têsîrini mümkün mertebe azaltma maksadı güdüyorlardı. Bu meyânda, bilhâssa münevver gencliğe, Mehmed Âkif’e karşı hep -Kemalizme pek muvâfık bir şahsıyet olduğunu düşündükleri- Tevfîk̆ Fikret’i alternatif gösterdiler…

6) O kanâatteyiz ki Mütehakkim Zümrenin Mehmed Âkif’e bakışı, Nurullah Ataç’ın burada naklettiğimiz makâlesinde tam ifâdesini bulmuştur… Buna mukâbil, aynı matbûâtta, kadirşinâs haberler, makâlaler de intişâr etti. O matbûâtın bunlara yer vermesini ise, herhâlde bir Münâfıklık tâbiyesi olarak değerlendirmek yerinde olur: Bu gibi neşriyâtlarını paravan yaparak başka husûslarda halkı daha rahatça iğfâl edebiliyorlar… Nitekim bugün de, Mütehakkim Zümrenin elindeki matbûâtta vazıyet öyle değil mi?

Mehmed Âkif ve Tevfîk Fikret… İki timsâl etrâfında tartışma

Büyük Mütefekkir ve Şâirin 27 Aralık 1936’da vefâtından beri, her senenin o ve müteâk̆ib gününde, hâssaten Üniversite gencliği, Mehmed Âkif İhtifâli tertîb ederek bu büyük insanın hâtırasını ve fikirlerini yaşatmıya çalışmaktaydı. Mâmâfih, bu ihtifâller, Rejim tarafından hoş karşılanmıyordu. 1938 Aralık sonu – 1939 Ocak başında Tan gazetesinin evvelâ ihtifâli haber yapıp arkasından lehde ve aleyhde makâleler neşretmesiyle, hâssaten Tan ile Yeni Sabah arasında, Mehmed Âkif etrâfında bir kalem münâkaşası başladı.

Yine 1939 senesinde, Mehmed Âkif hakkındaki münâkaşalara muvâzî olarak, Tevfîk Fikret’in Âşiyân’daki evinin –müze yapılmak maksadıyle- Amerikan Koleji tarafından satın alınmasını tâkîben, Yeni Sabah gazetesi, leh ve aleyhdeki bâzı okur mektubları üzerine, Tevfîk Fikret hakkında “Fikret’in heykelini mi dikelim, yoksa eserlerini mi yakalım?” şeklinde tuhaf bir suâlle bir tahkîkat başlatmış, bu vesîleyle, gerek mezkûr gazetede, gerekse dîğer gazete ve mecmûalarda Tevfîk Fikret’in leh ve aleyhinde birçok makâle ve mülâkat neşredilmiş, giderek münâkaşanın mâhiyeti değişmiş, Tevfîk Fikret - Mehmed Âkif çatışması ve onların şahsında ilerilik – gerilik, vicdân hürriyeti, laiklik gibi mefhûmlar tartışılır olmuştur. Bu meyânda, taraflar, zaman zaman, birbirlerine ağır ithâmlarda bulunmuşlardır. (Bu tartışmaların seyri hakkında mevsûk bir eser: Fahrettin Gün, Mehmed Âkif - Tevfik Fikret Çatışması, İstanbul: Beyan Yl., 2014, 318 s.)

Tan ve Yeni Sabah’ta daha ziyâde okurlar ve kadro hârici muharrirler arasında cereyân eden bu tartışmalar, kısa bir müddet sonra, ağırlıklı olarak Sabiha Sertel ile Eşref Edîb arasında ikili bir kalem münâkaşası hâlinde devâm edecekdir.
 
Geri
Üst