A
Admin
Yönetici
Yönetici
Günümüzde aile dediğimizde akla ilk gelen şey, kan bağıdır. Anne, baba, çocuklar. Bu yapı, o kadar içimize işlemiş ki başka bir olasılığı düşünmek bile bize garip gelir. Oysa bilim, yine tüm ezberlerimizi bozacak bir gerçeği gün yüzüne çıkardı: İnsanlık tarihi boyunca aile, sadece genlerle değil paylaşılan ekmek, aynı çatı, hatta aynı mezar ile kurulmuş.
Günümüzde aile dediğimizde akla ilk gelen şey, kan bağıdır. Anne, baba, çocuklar. Bu yapı, o kadar içimize işlemiş ki başka bir olasılığı düşünmek bile bize garip gelir. Oysa bilim, yine tüm ezberlerimizi bozacak bir gerçeği gün yüzüne çıkardı: İnsanlık tarihi boyunca aile, sadece genlerle değil paylaşılan ekmek, aynı çatı, hatta aynı mezar ile kurulmuş.Günümüzde aile dediğimizde akla ilk gelen şey, kan bağıdır. Anne, baba, çocuklar. Bu yapı, o kadar içimize işlemiş ki başka bir olasılığı düşünmek bile bize garip gelir. Oysa bilim, yine tüm ezberlerimizi bozacak bir gerçeği gün yüzüne çıkardı: İnsanlık tarihi boyunca aile, sadece genlerle değil paylaşılan ekmek, aynı çatı, hatta aynı mezar ile kurulmuş.Neolitik Anadolu’da, yani 8 bin 500 yıl önce, insanlar ölülerini evlerinin içine gömüyordu. Bugün bize tuhaf gelen bu gelenek, aslında onların aile kavramına dair önemli bir ipucu veriyor. Genetik analizlere göre aynı eve gömülenlerin yalnızca bir kısmı biyolojik olarak akrabaydı. Geri kalanlar ise kan bağı olmayan ama hayatı paylaşan insanlar. Yani aile, sadece DNA değil; bir aradalık, dayanışma ve sosyal bağ demekti.
Tarımı başlatan bağ mı, bağları başlatan tarım mı?
Prof. Dr. Yılmaz Selim Erdal’ın vurguladığı gibi, bu sosyal yapının tarımı başlatmış olması ihtimali oldukça çarpıcı. Çünkü tarım, insanlık tarihinin en büyük devrimlerinden biri. Avcı-toplayıcı yaşamdan üretici topluma geçişi sağlayan bu kırılma noktasında belki de asıl itici güç, kan bağı değil; sosyal ilişkilerdi. Aynı evi paylaşan, aynı tarlayı işleyen, aynı sofrayı kuran insanlar, “akraba olmasak da aileyiz” diyerek tarım toplumunun temelini attılar.
Prof. Dr. Mehmet Somel’in dediği gibi, elde edilen veriler genetik akrabalık kavramının çok da merkezi olmadığını gösteriyor. Bu da bize önemli bir şey söylüyor: Tarih boyunca toplumsal yapıların kalıplaşmış, değişmez bir formu yoktu. İnsanlar, ihtiyaçlarına göre yeni bağlar kurabiliyor, aile tanımını yeniden yazabiliyordu.
Çocuk takası ve ‘başka babalıklar’
Bu noktada işin kültürel boyutu daha da ilginçleşiyor. Somel’in verdiği örneklerden biri, Kuzey Amerika’daki gruplarda çocukların aileler arasında değiş tokuş edilerek evlat edinilmesi. Bu uygulama, komünel bağı güçlendiriyordu. Hatta bazı kültürlerde biyolojik babalık kavramı bile bugünkü gibi yoktu. Yani “aile” dediğimiz şey, tarih boyunca defalarca yeniden tanımlandı.
Bugün biz, kan bağına öylesine sıkı sıkıya sarılıyoruz ki başka tür bağları çoğu zaman “eksik” ya da “yarım” görüyoruz. Oysa Neolitik toplumlar bize tam tersini söylüyor: Aileyi güçlü kılan şey genetik değil, sosyal çeşitlilik ve dayanışmaydı.
Çeşitlilik yaşatır
Erdal’ın altını çizdiği nokta ise bence günümüz dünyasına da doğrudan dokunuyor: Çeşitliliğin artması insanları hayatta tuttu. Erken Neolitik topluluklar genetik açıdan birbirine çok benziyordu. Bu kapalı yapı uzun vadede kırılgandı. Ama zamanla toplumlar çeşitlendikçe hayatta kalma ihtimalleri arttı. Yani insanlık, “benim gibi olan”la değil, “benimle birlikte olan”la güçlü kaldı.
Bugün hâlâ “aile” tanımını tartışıyoruz. Kimisi için sadece biyolojik bağ, kimisi için de birlikte yaşamak, sevmek, sahip çıkmak… Neolitik atalarımızın mirası ise oldukça net: Aile, sadece kan değil; ortak hayatın, dayanışmanın ve çeşitliliğin diğer adı.
Günümüzde aile dediğimizde akla ilk gelen şey, kan bağıdır. Anne, baba, çocuklar. Bu yapı, o kadar içimize işlemiş ki başka bir olasılığı düşünmek bile bize garip gelir. Oysa bilim, yine tüm ezberlerimizi bozacak bir gerçeği gün yüzüne çıkardı: İnsanlık tarihi boyunca aile, sadece genlerle değil paylaşılan ekmek, aynı çatı, hatta aynı mezar ile kurulmuş.Günümüzde aile dediğimizde akla ilk gelen şey, kan bağıdır. Anne, baba, çocuklar. Bu yapı, o kadar içimize işlemiş ki başka bir olasılığı düşünmek bile bize garip gelir. Oysa bilim, yine tüm ezberlerimizi bozacak bir gerçeği gün yüzüne çıkardı: İnsanlık tarihi boyunca aile, sadece genlerle değil paylaşılan ekmek, aynı çatı, hatta aynı mezar ile kurulmuş.Neolitik Anadolu’da, yani 8 bin 500 yıl önce, insanlar ölülerini evlerinin içine gömüyordu. Bugün bize tuhaf gelen bu gelenek, aslında onların aile kavramına dair önemli bir ipucu veriyor. Genetik analizlere göre aynı eve gömülenlerin yalnızca bir kısmı biyolojik olarak akrabaydı. Geri kalanlar ise kan bağı olmayan ama hayatı paylaşan insanlar. Yani aile, sadece DNA değil; bir aradalık, dayanışma ve sosyal bağ demekti.
Tarımı başlatan bağ mı, bağları başlatan tarım mı?
Prof. Dr. Yılmaz Selim Erdal’ın vurguladığı gibi, bu sosyal yapının tarımı başlatmış olması ihtimali oldukça çarpıcı. Çünkü tarım, insanlık tarihinin en büyük devrimlerinden biri. Avcı-toplayıcı yaşamdan üretici topluma geçişi sağlayan bu kırılma noktasında belki de asıl itici güç, kan bağı değil; sosyal ilişkilerdi. Aynı evi paylaşan, aynı tarlayı işleyen, aynı sofrayı kuran insanlar, “akraba olmasak da aileyiz” diyerek tarım toplumunun temelini attılar.
Prof. Dr. Mehmet Somel’in dediği gibi, elde edilen veriler genetik akrabalık kavramının çok da merkezi olmadığını gösteriyor. Bu da bize önemli bir şey söylüyor: Tarih boyunca toplumsal yapıların kalıplaşmış, değişmez bir formu yoktu. İnsanlar, ihtiyaçlarına göre yeni bağlar kurabiliyor, aile tanımını yeniden yazabiliyordu.
Çocuk takası ve ‘başka babalıklar’
Bu noktada işin kültürel boyutu daha da ilginçleşiyor. Somel’in verdiği örneklerden biri, Kuzey Amerika’daki gruplarda çocukların aileler arasında değiş tokuş edilerek evlat edinilmesi. Bu uygulama, komünel bağı güçlendiriyordu. Hatta bazı kültürlerde biyolojik babalık kavramı bile bugünkü gibi yoktu. Yani “aile” dediğimiz şey, tarih boyunca defalarca yeniden tanımlandı.
Bugün biz, kan bağına öylesine sıkı sıkıya sarılıyoruz ki başka tür bağları çoğu zaman “eksik” ya da “yarım” görüyoruz. Oysa Neolitik toplumlar bize tam tersini söylüyor: Aileyi güçlü kılan şey genetik değil, sosyal çeşitlilik ve dayanışmaydı.
Çeşitlilik yaşatır
Erdal’ın altını çizdiği nokta ise bence günümüz dünyasına da doğrudan dokunuyor: Çeşitliliğin artması insanları hayatta tuttu. Erken Neolitik topluluklar genetik açıdan birbirine çok benziyordu. Bu kapalı yapı uzun vadede kırılgandı. Ama zamanla toplumlar çeşitlendikçe hayatta kalma ihtimalleri arttı. Yani insanlık, “benim gibi olan”la değil, “benimle birlikte olan”la güçlü kaldı.
Bugün hâlâ “aile” tanımını tartışıyoruz. Kimisi için sadece biyolojik bağ, kimisi için de birlikte yaşamak, sevmek, sahip çıkmak… Neolitik atalarımızın mirası ise oldukça net: Aile, sadece kan değil; ortak hayatın, dayanışmanın ve çeşitliliğin diğer adı.