Hayırsızada’dan günümüze 'köpeksizleştirme siyaseti'

  • Konbuyu başlatan Admin
  • Başlangıç tarihi
A

Admin

Yönetici
Yönetici
Bugün Türkiye’de sokak köpeklerinin “uyutulması” adı altında yürütülen politikalar, yalnızca güncel bir belediye uygulaması değil, çok daha uzun bir tarihsel şiddet zincirinin güncellenmiş halkası olarak karşımızda duruyor. Bu nedenle, insan-hayvan ilişkilerini anlamak için yalnızca bugünü değil, geçmişin görünmez tanıklıklarını da merkeze alan bir bakışa ihtiyaç var. Buse Keskin, Euronews'teki yazısında konuyu derinlemesine irdeledi. Buna göre, Salt Beyoğlu’nda Salt tarafından düzenlenen 'Hayvanların Yaşamı' sergisi, tam da bu gerekliliğe işaret ediyor. Sergi, müşterek varoluşla başlayan insan-hayvan ilişkilerinin zamanla tahakküme, dışlamaya ve mekansal şiddete evrilen doğasını sorgularken, aynı zamanda hayvanlarla birlikte yaşamanın mümkün olduğu alternatif toplumsal düzenlere de kapı aralıyor. Sergi kapsamında sunulan “İhtimam ile Şiddet Arasında: İstanbul’un Köpekleri” başlıklı arşiv ve araştırma projesi ise, Dr. Mine Yıldırım’ın imzasını taşıyor. Kadir Has Üniversitesi öğretim üyesi olan Yıldırım, aynı zamanda Dört Ayaklı Şehir Derneği’nin Akademi ve Araştırmalar Direktörü. Yıldırım’ın projesi, yalnızca akademik bir perspektif sunmakla kalmıyor, aynı zamanda geçmişten bugüne uzanan köpeksizleştirme siyasetini duygusal , mekansal ve tarihsel bir bağlam içinde görünür kılmayı amaçlıyor. Salt’ın Antwerp Güncel Sanat Müzesi (M HKA) ile birlikte, L’Internationale’nin Museum of the Commons projesi çerçevesinde hazırladığı sergi, uluslararası iş birlikleri ve zengin araştırma katmanlarıyla, İstanbul’un sokak köpeklerine dair yürütülen tartışmaları yeni bir zemine taşıyor. İstanbul’un sokak köpeklerine yönelik tarihsel ve güncel politikalar üzerine Euronews Türkçe'ye röportaj veren Dr. Mine Yıldırım, kent yaşamında hayvanların yerini, köpeksizleştirme siyasetini ve ihtimam kültürünün toplumsal etkilerini derinlemesine ele alıyor. 1910 Hayırsızada Sürgünü 1910’daki Hayırsızada Sürgünü, İstanbul’un sokak köpekleriyle kurduğu tarihsel ilişkinin en sert kırılma noktalarından biri olarak karşımıza çıkıyor. Yıldırım, "1910 yılında İstanbul'da 80 bine yakın sokak köpeği, dönemin yöneticileri tarafından toplanarak Sivriada'ya, yiyecek ve su olmadan terk edildi. Bu olay, 'Hayırsızada Sürgünü' olarak bilinir ve modern Türkiye'de hayvanlara yönelik modern devlet politikalarının başlangıç noktası olarak kabul edilebilir. Çünkü bu sürgünle birlikte sokak köpeği artık bir 'komşu' ya da 'mahalleli' değil, şehirden dışlanması gereken bir tehdit olarak tanımlandı," diyor. "Bu sürgün sadece fiziksel bir uzaklaştırma değil; aynı zamanda toplumsal hafızada köpeklerin yerini ve insanlarla ilişkisini dönüştüren sembolik bir şiddeti ifade eder. Bu nedenle, doktora tezimde de Hayvanların Yaşamı sergisinde yer alan, aynı başlıklı 'İhtimam ile Şiddet Arasında: İstanbul’un Köpekleri' arşiv ve araştırma projemde de bu olayı, köpeksizleştirme siyasetinin kurucu anı olarak merkezde konumlandırıyorum." Dr. Mine Yıldırım’ın aktardığına göre, 1910’daki Hayırsızada Sürgünü sadece İstanbul’daki sokak köpeklerine yönelik şiddet politikalarının başlangıcı değil, aynı zamanda bu politikaların ilerleyen yüzyıl boyunca farklı biçimlerde yeniden üretileceği şiddet modelinin temelini oluşturuyor. O dönemde köpeklerin açlığa, susuzluğa terk edilmesi, ulusal ve uluslararası kamuoyunda büyük tepki çekmiş; ancak bu tepkiler köpeklerin öldürülmesine değil, nasıl öldürüldüklerine yönelik olmuştu. Bu nedenle Hayırsızada Vâkâsı sonrası uygulamalarda biçimsel dönüşümler yaşansa da, temel hedef değişmedi: Sokak köpeklerinin şehirden sistematik biçimde uzaklaştırılması. Sürgün uygulamasının yerini “mahallinde öldürme” aldı; köpekler topluca sürgün edilmek yerine, yaşadıkları sokaklarda zehirlenerek ya da vurularak öldürüldü. Bu yöntem daha az görünür, sessiz ve gündelik bir şiddet rejimi kurarken, belediyeler halkı da süreç içine dahil ederek itlafın toplumsal bir iş birliğiyle yürütülmesini sağladı. Zamanla köpekleri doğrudan imhaya ek olarak kitlesel tecrit politikaları gelişti. Barınaklar, sokaktan toplanan köpeklerin yaşam koşullarının son derece kötü olduğu, çoğunlukla tedavi edilmeden izole edildiği, öldürüldüğü yeni sürgün ve tecrit mekanlarına dönüştü. Böylece şiddetin fiziksel alanı değişmiş, hayvansızlaştırma kamusal alanın dışına taşınarak kurumsallaşmış oldu. Son dönemlerde ise bu uygulamalar “uyutma,” “ötenazi” ve “nüfus kontrolü” gibi teknik ve tıbbi terimlerle anlatılarak daha “insancıl” ve bilimsel çözümler olarak sunulmaya çalışıldı. Ancak Dr. Yıldırım’a göre bu sadece terminolojik bir dönüşüm; amaç ve işlev aynen devam ediyor. Şiddetin görünürlüğü azalmış, meşrulaşması ve bu sayede kamuoyunun rızasının sağlanması hedeflenmiştir. . Sonuç olarak, Hayırsızada’dan günümüze uzanan köpeklerin tehcir, tecrit ve imha politikalarında süreklilik ve dönüşüm iç içe. Süreklilik, sokak köpeği varlığının sistematik olarak sorun görülüp ortadan kaldırılmak istenmesinde; dönüşüm ise bu hedefe ulaşmak için kullanılan yöntemler, söylemler ve mekansal stratejilerde gerçekleşti. Bugünün barınak sistemleri ve “uyutma” uygulamaları, Hayırsızada’nın daha profesyonelleşmiş ve gelişkin devamları olarak okunabilir. Şiddet artık daha az görünür, daha kurumsal ve sürdürülebilirdir ancak şehirler hala köpeksizleştirilme politikasını sürdürmekte. 'Köpeksizleştirme siyaseti' Dr. Mine Yıldırım’a göre “köpeksizleştirme siyaseti,” İstanbul’da sokak köpeklerinin kamusal alandan sistematik biçimde uzaklaştırılmasını hedefleyen çok katmanlı ve çok aktörlü bir siyaset biçimi. Bu süreç sadece fiziki ortadan kaldırmadan ibaret olmayıp, mekansal, idari, duygusal ve kültürel boyutları olan, zaman içinde şekil değiştiren fakat temel hedefi hep hayvanlarına yaşamına kast eden bir modern devlet-toplum-hayvan ilişkisi. Yıldırım, bu siyasetin Türkiye genelinde iki ana eksende işlediğini vurguluyor: birincisi şiddet yoluyla denetim ve yok etme; ikincisi ise ihtimam, koruma ve yaşatma. Görünürde karşıt olan bu iki eksen, tarihsel olarak iç içe geçmiş ve birbirini kuran pratikler olarak ortaya çıkıyor. Şiddet yoluyla köpeksizleştirme, devlet ve yerel yönetimlerin köpeklerle kurduğu güç ilişkilerinin sonucu olarak ortaya çıkan doğrudan şiddet içeren müdahaleleri kapsıyor. 1910’daki Hayırsızada sürgünü, 1920-30’larda mahallinde öldürme (zehirleme, vurma), 1990’lardan itibaren barınak sistemleri ve günümüzde yeniden gündemde olan kitlesel “uyutma” uygulamaları bu pratiklere örnek. Bu uygulamalar çoğunlukla kuduz, hijyen ve kamu güvenliği gibi gerekçelerle meşrulaştırılsa da, altında yatan esas motivasyon köpeklerin kamusal alanda “düzen bozucu”, “kirli” ve “modernliğe aykırı” figürler olarak görülmesi. Dolayısıyla köpeksizleştirme, kent modernleşmesinin ve Batılılaşma arzusunun önemli bir parçası olmuş. Buna karşılık, Yıldırım’a göre, sokakta yaşayan köpeklere yönelik özellikle kadınlar tarafından geliştirilen örgütsüz ama istikrarlı bir “ihtimam kültürü” var. Yemek verme, barınak sağlama, tedavi etme gibi pratikler sadece vicdani bir duyarlılık değil, aynı zamanda köpeksizleştirme siyasetine karşı yerel ve duygusal bir direniş biçimini oluşturuyor. Bu ihtimamın, kamu otoritesinin uyguladığı şiddete karşı geliştiği, köpeklerin acılı ölümlerine tanıklığın bu kültürü şekillendirdiği belirtiliyor. Örneğin Hayırsızada’daki ölüm sahnelerine yönelik kamuoyu tepkisi, “acısız ölüm” ya da “uyutma” gibi yeni öldürme yöntemlerinin geliştirilmesine zemin hazırlamış. Sonuç olarak köpeksizleştirme sadece hayvanların öldürülmesi veya uzaklaştırılması değil, kamusal alanların hayvansızlaştırılması, barınak gibi mekânsal tecrit alanlarının yaygınlaşması, “uyutma,” “fennî yöntem” ve “kuduz riski” gibi terimlerle öldürmenin görünmezleştirilmesi, hayvanlara bakan birey ve grupların düşmanlaştırılması gibi çok katmanlı bir düzenleme biçimi olarak karşımıza çıkıyor. Yıldırım’a göre, bu siyaset yalnızca hayvan politikası değil, kimin şehirde var olabileceğine ve hangi yaşamların korunmaya değer olduğuna dair daha büyük bir siyasal tahayyülün parçası olarak değerlendirilmelidir. İhtimam kültürü Dr. Mine Yıldırım’a göre “ihtimam kültürü,” sokakta yaşayan hayvanlara yönelik gelişen, plansız ama süreklilik gösteren bakım pratikleri, duygulanımlar ve toplumsal ilişki biçimlerinin ortak adıdır. Resmi bir görev olmaksızın bireylerin üstlendiği besleme, koruma ve ilgilenme eylemlerinden oluşur. Ancak bu pratikler sadece hayvanları yaşatmakla kalmaz, hayvanlarla birlikte yaşama fikrini, mahalle ölçeğinde ortak sorumluluk ve duygusal bağlılığı da taşır. Bu kültür, kent sakinleri arasında yalnızca hayvana değil, mahalleliye, komşuya ve hatta tanımadıkları başka hayvanseverlere karşı bir güven ve yakınlık duygusu yaratır. Örneğin, su kabını tazeleyen, mama kabını dolduran ya da hastalanan köpeği birlikte veterinere götüren mahalle sakinleri arasında sözle ifade edilmese de güçlü bir dayanışma ve bağ oluşur. Böylece hayvana yönelik duyarlılık, insanları da bir araya getiren sosyal bir dayanışma biçimine dönüşür. İhtimam, şehirde yalnızca insanlara ait olmayan bir yaşam alanı tahayyülünü canlı tutar. Sokaktaki köpeğe bakmak, o köpeğin orada yaşama hakkını tanımak ve savunmak anlamına gelir; bu da şehirde kimlerin yaşama hakkına sahip olduğuna dair kolektif ve siyasal bir karşı önerme sunar. Bu kültürün taşıyıcıları çoğunlukla görünmezdir, resmi kurumlar tarafından tanınmaz, bazen “yetkisiz müdahale” ya da “tehlikeli sorumluluk” gibi etiketlerle dışlanır. Ancak bu görünmezlik içinde, şehirde insan olmayanlarla kurulan en güçlü sosyal ağlardan biri örülür. Dolayısıyla ihtimam kültürü yalnızca bir bakım pratiği değil; aynı zamanda kent hafızası, mahalle etiği ve sessiz ama etkili bir direniş biçimidir. Kuralsız ve plansız olsa da süreklidir, bireysel olduğu kadar toplumsal bir dokudur. Günümüzde gönüllü hayvan severler, mahalle dayanışmaları ve sosyal medya kampanyaları, “ihtimam kültürü”nün güncel ve görünür tezahürleri olarak değerlendirilebilir. Ancak ihtimam, sadece bu örgütlü ve görünür hareketlerle sınırlı değildir. O, kentte sokakta yaşayan hayvanlarla insanlar arasında kurulmuş çok daha geniş, tarihsel, yaygın ve genellikle sessiz, gündelik, isimsiz bir dip dalga gibidir. Mahallesinde her sabah kapısına bir tas su koyan yaşlı bir kadın, hasta bir köpeği kendi imkânlarıyla iyileştirmeye çalışan esnaf veya yağmurda battaniyesini köpekle paylaşan bir çocuk gibi görünmeyen, ama gerçek ihtimam kültürünün taşıyıcılarıdır. Bu kültür, belirli bir kimliğe ya da “hayvansever” etiketiyle tanımlanamaz; çoğunlukla karşılık beklemeden akar, kentte enformel ve duygusal bir bağ olarak var olur. Gönüllü gruplar ve kampanyalar, bu kültürün kurumsallaşan yüzü olsa da ihtimam çok daha köklü, sessiz, katmanlı ve etkili bir yaşam bilgisidir. Zaman zaman yasal sınırları aşan, bazen görünmez biçimlerde işleyen, kentte hayvanların varlığına alan açan bir direnç biçimidir. İhtimam, sadece hayvanlara yönelik bakım değil; aynı zamanda bu bakımla örülen, şiddet ve dışlamaya karşı duran toplumsal bağları da yaşatan bir kuvvettir. Bugünün kentinde ihtimam, hayvanları ve onları çevreleyen toplumsal ilişkileri canlı tutmaya devam ediyor. Kent tarihi, modernleşme ve mekansal dönüşüm içinde yaşam hakkı mücadelesi Yıldırım'a göre İstanbul’da sokak köpeklerine dair politikalar ve pratikler, şehrin sadece canlı varlıklarıyla değil, tarihî ve kültürel kimliğiyle de doğrudan bağlantılı. Yüzyıllardır mahallelerin parçası olan sokak köpekleri, semt sınırlarını bilen, insanların gündelik yaşamında yer tutan canlılar olarak şehrin tarihî karakterini oluşturur. Dolayısıyla, bu hayvanlara nasıl davranıldığı, şehrin düzenlenme biçimini ve kimlerin kent sakini sayıldığını gösteren önemli ipuçları taşır. 1910’daki Hayırsızada Vakası örneğinde olduğu gibi, sokak köpeklerinin topluca sürgünü yalnızca bir hayvan politikası değil, aynı zamanda İstanbul’un kent tahayyülünün radikal biçimde yeniden kurulması anlamına gelmiştir. Bu durum, kent hakkı, aidiyet, toplumsal hafıza ve mekansal adalet gibi kavramlarla iç içe geçerek, hayvanların şehirdeki varlığının politika ve toplumsal yaşam üzerindeki etkisini ortaya koyar. Günümüzde ise kentsel dönüşüm politikaları bu tartışmanın güncel uzantısını oluşturur. Fiziksel mekanların dönüştürülmesinin yanı sıra, bu projeler kimlerin o mekânlarda yaşayabileceğini de belirler. Türkiye’de pek çok dönüşüm alanında, hayvanların varlığı “istenmeyen” ve “tehlikeli” olarak tanımlanmakta; yeni konut projeleri, alışveriş merkezleri ve sterilize edilmiş alanlar sokak köpeklerinin yaşamasına olanak tanımayan düzenlemelerle inşa edilmektedir. Böylece hayvanlar bu mekansal düzenin dışına itilmekte, toplama, barınağa sevk veya “uyutma” gibi uygulamalarla şehirden silinmektedir. Sonuç olarak, kentsel dönüşüm politikaları, köpeksizleştirme siyasetinin mekansal bir devamı olarak ortaya çıkar. Yoksul mahallelerin dönüşümü yalnızca insanları değil, o mahallede yaşayan hayvanları da yerinden eder. Hayvanların varlığına karşı geliştirilen güvenlikçi yaklaşımlar, modern kent yaşamının tanımına dair oldukça sınırlayıcı ve dışlayıcı bir perspektifi gözler önüne sermektedir. Hayvanlara yönelik şiddetin mekansal ve duygusal boyutları üzerine Mine Yıldırım’a göre, hayvanlara yönelik şiddetin mekansal boyutları sadece coğrafi bir alanı değil, aynı zamanda o alanın duygusal ve toplumsal ilişkilerini de kapsayan karmaşık bir yapıya sahip. Özellikle iki tür alan bu şiddetin odağında yer alıyor: Birincisi, hayvanların mahalleliyle sıkı bağlar kurduğu, yoksul semtler. Bu bölgelerde köpekler, mahalle hayatının görünmez ama yaşayan parçaları olarak kabul ediliyor. Şiddet bu hayvanlara değil, onların etrafında kurulan duygusal ve sosyal bağlara yöneliyor. Bu, sadece bir hayvanın ortadan kaldırılması değil, aynı zamanda o mahalledeki “müşterek yaşamın” hedef alınması anlamına geliyor. İkincisi ise, hayvanların zaten görünmediği, ilişkilerin zayıf olduğu lüks konut bölgeleri, steril kamusal alanlar gibi yerler. Burada köpekler “fazlalık” veya “tehlike” olarak tanımlanıyor ve müdahaleler daha çok düzen koruma amaçlı, önleyici biçimde gerçekleşiyor. Bu tür bölgelerde, köpeklerin varlığına karşı toplumsal direnç de oldukça düşük. Bu çelişkili mekansal strateji, köpeksizleştirme siyasetinin sadece fiziksel uzaklaştırma değil, aynı zamanda duygusal ve toplumsal bağları hedef alan kapsamlı bir mühendislik projesi olduğunu gösteriyor. Yıldırım’a göre, sokak köpeklerine yönelik duygu rejimleri bireysel tercihlerden ziyade toplum tarafından inşa ediliyor. Bu rejimler medya söylemleri, kamu politikaları ve yerel yönetim uygulamaları aracılığıyla şekilleniyor. Örneğin, kuduz korkusu, “saldırgan köpek” temsilleri veya “çocuk güvenliği” gibi kavramlar, köpek karşıtlığını meşrulaştıran söylemler olarak öne çıkıyor. Öte yandan, hayvanlara karşı sevgi ve şefkat duyguları da toplumsal olarak destekleniyor. Mahallede hayvana bakım verenler, sosyal medyadaki kampanyalar ve şiddet görüntülerine verilen tepkiler bu duyguları güçlendiriyor. Bu nedenle duygu rejimleri, hem korku hem de empati ekseninde devlet, medya ve sivil toplumun etkileşiminde şekilleniyor. Belediyelerin ve merkezi idarenin hayvanlara yönelik yaklaşımı zaman içinde de değişiklik gösterdi. Mine Yıldırım’ın değerlendirmesine göre, 1910’daki Hayırsızada sürgününden başlayarak belediyeler hayvanları kentten uzaklaştırmaya odaklandı. Başlangıçta kitlesel öldürme ve sürgün yöntemleri yaygındı. 20. yüzyıl boyunca ise bu yöntemler teknikleşti; barınaklar kuruldu, kısırlaştırma programları başlatıldı, hayvanların hareketliliği sınırlandı. Ancak temel yaklaşımda bir değişiklik olmadı. Günümüzde “uyutma” olarak adlandırılan ötenazi kamu sağlığı ve güvenlik gerekçeleriyle meşrulaştırılıyor. Devlet politikası hala sokak köpeğini “problematik varlık” olarak görüyor. Bu politika yaşatmaya değil, denetim ve yok etmeye odaklanmış durumda. Farkındalık yaratmak için nereden başlamalı? Mine Yıldırım’a göre, hayvanları koruma, onlarla barış içinde bir arada yaşamaya yönelik adil ve duyarlı bir farkındalık yaratmanın yolu şöyle başlıyor: Öncelikle, devlet ve yerel yönetimlerin hayvanlara yönelik sistematik şiddetinin durdurulması gerekiyor. Bugün barınaklarda, sokaklarda ve toplama operasyonlarında uygulanan şiddet münferit değil, kurumsal ve sürekli bir politikadır. Bu şiddet devam ettiği sürece, toplumsal duyarlılık sadece vicdani bir duygu olarak kalır, yapısal bir dönüşüm mümkün olmaz. Bu nedenle ilk adım, şiddetin inkârından vazgeçilmesi ve ilgili kurumların hesap verebilir hale getirilmesidir. Belediyeler ve Tarım ve Orman Bakanlığı’nın uygulamaları şeffaf olmalı, “uyutma” gibi öldürme pratiklerini meşrulaştıran terimler teşhir edilmelidir. Barınaklardaki ölüm oranları açıklanmalı ve toplama operasyonları insani ve hukuki sınırlar içinde denetlenmelidir. Kurumsal şiddetle yüzleşmeden toplumsal empati derinleşemez. İkinci olarak, sokakta yaşayan hayvanlarla kurulan “ihtimam kültürü” tanınmalı ve desteklenmelidir. Hayvanlarla birlikte yaşama pratiği şehirde zaten devam ediyor; insanlar ile hayvanlar arasında güçlü bakım ilişkileri kuruluyor. Bu ilişkiler kriminalize edilmek yerine teşvik edilmeli, bakım verenler sorun değil, müşterek yaşamın asli aktörleri olarak kabul edilmelidir. Bu nedenle ihtimam pratiklerini destekleyecek yasal ve sosyal altyapılar oluşturulmalıdır. Son olarak, eğitim ve medya alanında köklü dönüşümler şarttır. Hayvanların “sorun” ya da “tehlike” olarak kodlandığı dil, hem bireysel hem toplumsal bilinçte yıkıcı etki yapar. Okul müfredatında ve medyada şiddetsiz, eşitlikçi ve çoğulcu bir yaşamı teşvik eden temsil politikaları benimsenmelidir. Önemli olan hayvana değil, onunla birlikte yaşama fikrine yatırım yapmaktır. Yıldırım tüm bu adımların temelindeki gerçeği şöyle açıklıyor: Önce şiddet durmalıdır. Hayvanları öldüren, sürgüne gönderen, görünmezleştiren kurumsal yapılar değişmeden adil ve duyarlı bir yaşam tahayyülü toplumsallaşamaz.
 
Geri
Üst