A
Admin
Yönetici
Yönetici
Henri Laoust, ‘Gazzâli’nin Siyaset Anlayışı’ başlıklı kapsamlı kitabında Gazâli’nin hayatını ve siyasi anlayışının çerçevesini yaşadığı dönemdeki gelişmeler eşliğinde kapsamlı bir şekilde ele alıyor (Pınar Yayınları, 2016). Gazali’nin yaşadığı dönem sadece siyasi istikrarsızlıkların yaygın olduğu bir dönem değil, ayrıca düşünce çerçevesi olarak da ana yapının tam kurulamadığı, istikrarsızlıkların olduğu bir dönemdir. Adına hutbe okunan hükümdar, sultan sık sık değişmekte, farklı düşünceler siyasi zeminde kendisine çıkış aramakta ve böylece düşünsel süreklilik sağlanmasında zorluklar yaşanmaktadır.
Bu nedenle Nizâmü’l-Mülk Bağdat başta olmak üzere Müslüman coğrafyanın belirli merkezlerine Nizâmiye medreseleri kurarak uzun vadede siyasi istikrarı sağlayacak olan düşünsel çerçevenin inşası için önemli yatırımlar yapar. Müslüman toplumun çoğunluğunu kapsayan Ehl-i Sünnet vel Cemaat’ın düşünsel arkaplanı oluşturulmaya çalışılır ki siyasi farklılıklar ve dağınıklık olsa da bu düşünsel yapı bir birleşme zemini oluşturma potansiyelini sürekli koruyabilsin. Dolayısıyla bu medreseler bu birliğin oluşması karşısındaki düşünsel engelleri aşmak, gerilimleri çözmek ve savunmayı güçlendirmek için de çok önemli katkılar sağladı. Bu bağlamda en büyük katkı doğal olarak Gazâli’den geldi.
Gazâli’nin en büyük avantajı bu dönemin merkezinde, Bağdat’ta yukarda ifade edilen ağır misyonu taşıyan Nizâmiye Medresesi’nde dört yıllık başmüderrislik görevi yapmış olmasıdır. Bu görevi nedeniyle siyasi süreçleri, dönen entrikaları ve oyunları, uzlaşı dinamiklerini ve güç savaşlarını yakından görebilme imkânına sahip oldu. Bu nedenle siyaset için geliştirdiği çerçeve teorik olmaktan çok sahanın gerçeklerine dayanıyordu ve oldukça esnek bir yapıya sahipti. Diğer taraftan bu siyasi çerçeveyi oluştururken Ebu Mansur el-Bağdâdi ve El-Mâverdi’den oldukça yararlandı.
Öncelikle bulunulan yerin, dünyanın bir çerçeveye oturtulması gerekiyordu. Gazâli’ye göre mebde ve mead arasında dünya bir son durak değil, geçiş yeridir (sh.261). Bu nedenle dünya teklif ve mükellefiyet yeridir (sh.389). Ölüm sonrası ise bu sorumluluğun ne kadar yerine getirildiğine dair karşılığın verildiği (ceza) âlemdir (sh.415). Konumları ne olursa olsun Müslümanların tamamı bu bağlamda teklifin muhatabı olarak sorumludur (sh.264-265). Bu toplumda bilginin kaynağı Kur’an, Sünnet, İcmâ ve Kıyas olup akıl bu hakikatlerin idrakini sağlayan en önemli destekçidir. Felsefeciler ve Mu’tezile fırkası ile mücadelesinde de ortaya koyduğu gibi akıl tek başına insan için sağlıklı bir toplum inşasında yeterli değildir (sh.275, 426). Dolayısıyla, bu yapıda en kritik işlev Hz.Peygamber ve onun aracılığıyla gelen mesajdır.
Gazali Bâtınilere yönelik tartışmaları, imamın masumiyetine karşı çıkarken sahada boşluk bırakmamak amacıyla masumiyeti Peygambere vererek noktalar ve hiçbir yöneticinin sorumluluktan uzak masumiyetine meşruiyet vermez. Bu karşı çıkışın dini kaynaklardaki verilerle izahının ötesinde yorumu da oldukça rasyoneldir: ‘…Nihayet hatasız ve günahsız imam, iktidarını ancak öyle olmayan memurları aracılığıyla icra edebilir; onların da hatasız ve günahsız olmalarını istemek abesle iştigal etmek demektir.’ (sh.296) Dolayısıyla, Şiada olduğu gibi masum imam merkezli bir toplum yapısı yerine Hz. Peygamber’in etrafında ümmetin birliğinin kurulmasını savunur (sh.227, 430).
Gazâli’nin inşasında düzen ve toplum barışı merkezi bir yer teşkil eder (sh.427). Bu nedenle Halife’nin seçimini itikâdi (inanç) bir mesele yerine fıkhi bir mesele olarak değerlendirip bu çerçevedeki tartışmaları daha dünyevi ve beşeri bir zemine taşır. Dahası, İhsan Fazlıoğlu’nun İslam düşüncesinin gelişiminde paradigmadan perspektife geçişin veya hakikatin tekliğinden yöntemin çokluğuna geçişin önemli bir kırılma sağladığına yaptığı vurgu göz önüne alındığında (İhsan Fazlıoğlu, Derin Yapı: İslam-Türk Felsefe-Bilim Tarihinin Kavram Çerçevesi, Papersense Yayınları, 2015, sh.137-138), aynı kırılma siyasi alanda da önce itikâdi bir mesele olmaktan fıkhi bir meseleye dönüştürülen imamın seçiminde de farklı yöntemlere verilen meşruiyetle sağlanır. Fazlıoğlu’nun işaret ettiği kırılma Seyyid Şerif Cürcani ile sağlanırken siyasi alandaki bu kırılma el-Bağdâdi ve El-Mâverdi’nin getirdiği aşamayı yeni inşada kullanan Gazâli ile sağlanır (sh.280, 285). Bu iki kırılmanın Ehl-i Sünnet toplumunun sürekliliğine etkileri daha kapsamlı araştırmaları hak etmektedir.
Yaşadığı dönemin siyasi karmaşası ve düzen olmadan adaletin de olamayacağı göz önüne alındığında Gazâli’nin yaklaşımı oldukça makuldür: ‘Gazâli’ye göre, ümmet içinde siyasi bir farklılığın ve itaat edilen güçlü bir devletin varlığı, geleneğin ve aklın gerektirdiği bir zorunluluktur. Şeriat Allah’a, peygamberine ve iktidar sahiplerine itaati emreder. Ümmet içindeki barışın bozulması (fitne), onun peşinden düzensizliğe ve anarşiye yol açan bir iç savaş, karışıklık ve bozulma (fesad) korkusu Gazâli’nin siyasi düşüncesine hâkimdir…’(sh.436).
Gazâli’nin çerçevesini oluşturmaya çalıştığı Ehl-i Sünnet toplumu herkesin sorumlu olduğu hiyerarşik bir toplumdur. Bu hiyerarşinin önemli bir kısmı yöneticilerden oluşurken bunun karşısında fıkıh âlimleri önemli bir konuma sahiptir: ‘Gazâli’nin anladığı şekliyle toplum, tüm inananlar Allah nazarında eşit olsalar da oldukça hiyerarşik bir toplumdur. İki büyük yönetici sınıf, emirler ve fıkıh âlimleri sınıfıdır. Emirden kastedilen önce halifedir; makamına göre onun birinci sırayı alması gerekir; sonra krallar, sultanlar, hükümdarlar ve genel bir ifadeyle iktidar sahibi herkes gelir. Fıkıh âlimleri de kendini dini ilimlere adamış olanların tümü, yani ilahiyatçılar, hadisçiler, vaizler, fakihler ve fukaha ile aynı sınıfta fetva vermeye yetkili kalp ilimlerinde uzman kişilerdir.’ (sh.436-437).
Bir başka deyişle, ‘Allah’ın gölgesi’ olarak yöneticiler ve ‘Peygamber’in varisleri’ olarak âlimler aynı amaç, yani sağlıklı ve adil bir Müslüman toplumun sürekliliği için yük paylaşımı yapmakta ve birbirini dengelemektedir. ‘Allah’ın gölgesi’ yöneticiler adalet temelli düzeni sağlarken ‘Peygamber’in varisleri’ âlimler Kur’an, Sünnet, İcma ve Kıyas temelli hayatın akışkanlığını sağlayan içerikler üretirler. Bu bağlamda fıkıh yaşam bilgisi olduğu için öne çıkmaktadır: ‘…Bu dünyayla ilgili ilimlerin en önde geleni ve siyasetin öncelikle gereksinim duyduğu ilim fıkıhtır. Bu terim, genellikle hukuk olarak tercüme edilirse de, o hukuktan daha fazla bir şey, insanın Rabbine, bizzat kendisine ve diğer insanlara karşı görevlerini düzenleyen ve görev kavramının işlevi olarak hukuk kavramını tanımlayan bir hayat kuralıdır.’(sh.228)
Gazâli tüm eserlerinde özellikle âlimlerin bağımsızlığını öne çıkartarak bu ilişkiyi deforme edecek bozulmalara işaret etmektedir: ‘İyi âlim her şeyden önce, çıkar gözetmeyen, ilimle sadece ilim olduğu için uğraşan ve Rabbinin rızasını kazanmaktan başka hiçbir düşüncesi olmayan bir insandır. Bu dünyanın tutkularına sırtını dönerek, servet ve bilhassa-maddi şeylerden daha tehlikeli olan- makam ve itibar peşinde koşmaktan vazgeçer…Öncelikle özgürlüğüne düşkün olmakla birlikte yine de, fırsat çıkınca, hükümdarlara görevlerini hatırlatmaktan, kusurlarını yüzlerine söylemekten, onlara nasihat etmekten çekinmez.’(sh.316-317) Aslında Gazali’nin tüm bu çabası Ehl-i Sünnet toplumunda âlimlerin yer aldığı sivil alanının güçlendirilmesine yöneliktir. Çünkü yöneticilere sorumluluklarını hatırlatmak ‘Peygamber’in varisleri’ olan âlimlerin sorumluluğudur: ‘…Bu ikisine yükümlü oldukları ödevleri tam bir özgürlükle hatırlatmak peygamberin mirasçıları olan fıkıh âlimlerine düşer. Hükümdarların bozulmasını halkın bozulması izler.’(sh.438).
Dolayısıyla bu alanda yer almak yükümlülüklerini yerine getirme açısından oldukça zorludur. Gazâli kendisinden emin olmayan insanların bu görevlerden uzak durmasını salık verir: ‘…Kendinden emin olmayan kişi bu görevleri terk etmelidir. Bu görevler üstlenildiği zaman onları adaletle yerine getirmek Allah’a karşı kulluğun bir şeklidir. Ruh sağlamlığı olmayan kişiler, özellikle yönetimin adil olmadığının ve onun siyasetini izlemek zorunda kalınacağı bilindiği zaman, bu görevleri talep ve kabul etmekten veya o görevlerde kalmayı sürdürmekten kaçınmalıdır. Fakat böyle bir görevi kabul etmek zorunda olduğunu sanan kişi görevden alınacağından korkmaksızın orada adaleti hâkim kılmalıdır; böyle bir korku Allah’ın nazarında geçersiz bir mazerettir.’(sh.333) Bu alan bozulduğunda siyaset alanı daralacak, önce yönetim, sonra da toplum bozulacaktır. Dolayısıyla, Ehl-i Sünnet toplumunda toplumun bozulması yönetimden daha çok sivil alanın bozulması ile doğrudan ilişkili olarak değerlendirilmektedir.
Gazâli yaşamı boyunca bu siyasi çerçeveye dayalı bir Ehl-i Sünnet toplumunu inşa etmek için büyük çaba sarf eder ve eserler te’lif ederken ömrünün sonlarına doğru te’lif ettiği en önemli eseri olan İhya, aslında inşa ettiği Müslüman toplumun tamamına sorumluluklarını hatırlatan bir bireysel ve kamusal alan yaşam rehberi niteliğindedir. Veya Laoust’un ifadesiyle toplumsal ve siyasi ahlak kitabıdır (sh.137). Bu nedenle dili de bu amaca hizmet edecek şekilde herkesin anlayabileceği kadar sadedir. Gazali’nin çerçevesinde yükümlülükler (farz) bireysel (farz-ı ayn) ve kamusal/toplumsal (farz-ı kifaye) olarak daha belirgin kılınarak birisinin diğeri için feda edilemeyeceğine özel vurguda bulunulmaktadır. Örneğin toplumsal bir görevi, yani farz-ı kifaye bir görevi yerine getiren bir Müslüman bireysel sorunluluklarından (farz-ı aynlardan) muaf olamaz. Dolayısıyla, bu karizmatik ve faziletli toplumun sağlıklı bir şekilde yaşaması ve adaletten sapmamasından herkes sorumludur: ‘…Gazâli’nin ahlakı tam tersine her şeyden önce, bir eylem ve çaba, bu dünya şeylerinin aldatmasından kurtulmak için kendi nefsiyle yoğun bir savaş (mücahede) ve Allah düşüncesi içinde davranmak ahlakıdır. Hem inzivadaki hem de hayatın içindeki insana, aynı şekilde şehirdeki bir vatandaşa olduğu kadar ribat’ında uzlete çekilmiş bir münzeviye de yönelik davranış kuralı olarak uygulanabilir…’(sh.368)
Diğer taraftan, ibadetleri de bu bağlamda ele alır: geçişli ve geçişsiz ibadetler: ‘…Geçişli –başkasına da yararı dokunan-(müteaddiye) ibadetler, geçişsiz-yararı yalnız yapana dokunan-(lazıme) ibadetlerden faziletçe daha üstündür…’(sh.348). Dolayısıyla, karizmatik veya faziletli Ehl-i Sünnet toplumunda hem bireyin tek başına sürekli gelişimi teşvik edilir hem de toplum bu sürekli geliştirilen insanın kamusal alana katkılarıyla daha güçlü hale getirilir: ‘Bütün bu ibadetler aynı amaca, bireysel kurtuluşun şartlarından biri olan kalbin temizlenmesine (tathir) yöneliktir. Kalp temizliği, mükemmel bir toplumun bireyleri arasındaki ilişkilerde niyet temizliği olduğu için de önemlidir…Gönüllü veya gönülsüz toplum içinde yaşamayı seçen veya kabul eden kişiyi olduğu kadar uzleti seçen kişiyi de ilgilendiren bu temizlik, hem manevi hem de maddi düzeni sağlar. İdeal site bir adil insanlar topluluğudur.’(sh.334)
Bu nedenle Nizâmü’l-Mülk Bağdat başta olmak üzere Müslüman coğrafyanın belirli merkezlerine Nizâmiye medreseleri kurarak uzun vadede siyasi istikrarı sağlayacak olan düşünsel çerçevenin inşası için önemli yatırımlar yapar. Müslüman toplumun çoğunluğunu kapsayan Ehl-i Sünnet vel Cemaat’ın düşünsel arkaplanı oluşturulmaya çalışılır ki siyasi farklılıklar ve dağınıklık olsa da bu düşünsel yapı bir birleşme zemini oluşturma potansiyelini sürekli koruyabilsin. Dolayısıyla bu medreseler bu birliğin oluşması karşısındaki düşünsel engelleri aşmak, gerilimleri çözmek ve savunmayı güçlendirmek için de çok önemli katkılar sağladı. Bu bağlamda en büyük katkı doğal olarak Gazâli’den geldi.
Gazâli’nin en büyük avantajı bu dönemin merkezinde, Bağdat’ta yukarda ifade edilen ağır misyonu taşıyan Nizâmiye Medresesi’nde dört yıllık başmüderrislik görevi yapmış olmasıdır. Bu görevi nedeniyle siyasi süreçleri, dönen entrikaları ve oyunları, uzlaşı dinamiklerini ve güç savaşlarını yakından görebilme imkânına sahip oldu. Bu nedenle siyaset için geliştirdiği çerçeve teorik olmaktan çok sahanın gerçeklerine dayanıyordu ve oldukça esnek bir yapıya sahipti. Diğer taraftan bu siyasi çerçeveyi oluştururken Ebu Mansur el-Bağdâdi ve El-Mâverdi’den oldukça yararlandı.
Öncelikle bulunulan yerin, dünyanın bir çerçeveye oturtulması gerekiyordu. Gazâli’ye göre mebde ve mead arasında dünya bir son durak değil, geçiş yeridir (sh.261). Bu nedenle dünya teklif ve mükellefiyet yeridir (sh.389). Ölüm sonrası ise bu sorumluluğun ne kadar yerine getirildiğine dair karşılığın verildiği (ceza) âlemdir (sh.415). Konumları ne olursa olsun Müslümanların tamamı bu bağlamda teklifin muhatabı olarak sorumludur (sh.264-265). Bu toplumda bilginin kaynağı Kur’an, Sünnet, İcmâ ve Kıyas olup akıl bu hakikatlerin idrakini sağlayan en önemli destekçidir. Felsefeciler ve Mu’tezile fırkası ile mücadelesinde de ortaya koyduğu gibi akıl tek başına insan için sağlıklı bir toplum inşasında yeterli değildir (sh.275, 426). Dolayısıyla, bu yapıda en kritik işlev Hz.Peygamber ve onun aracılığıyla gelen mesajdır.
Gazali Bâtınilere yönelik tartışmaları, imamın masumiyetine karşı çıkarken sahada boşluk bırakmamak amacıyla masumiyeti Peygambere vererek noktalar ve hiçbir yöneticinin sorumluluktan uzak masumiyetine meşruiyet vermez. Bu karşı çıkışın dini kaynaklardaki verilerle izahının ötesinde yorumu da oldukça rasyoneldir: ‘…Nihayet hatasız ve günahsız imam, iktidarını ancak öyle olmayan memurları aracılığıyla icra edebilir; onların da hatasız ve günahsız olmalarını istemek abesle iştigal etmek demektir.’ (sh.296) Dolayısıyla, Şiada olduğu gibi masum imam merkezli bir toplum yapısı yerine Hz. Peygamber’in etrafında ümmetin birliğinin kurulmasını savunur (sh.227, 430).
Gazâli’nin inşasında düzen ve toplum barışı merkezi bir yer teşkil eder (sh.427). Bu nedenle Halife’nin seçimini itikâdi (inanç) bir mesele yerine fıkhi bir mesele olarak değerlendirip bu çerçevedeki tartışmaları daha dünyevi ve beşeri bir zemine taşır. Dahası, İhsan Fazlıoğlu’nun İslam düşüncesinin gelişiminde paradigmadan perspektife geçişin veya hakikatin tekliğinden yöntemin çokluğuna geçişin önemli bir kırılma sağladığına yaptığı vurgu göz önüne alındığında (İhsan Fazlıoğlu, Derin Yapı: İslam-Türk Felsefe-Bilim Tarihinin Kavram Çerçevesi, Papersense Yayınları, 2015, sh.137-138), aynı kırılma siyasi alanda da önce itikâdi bir mesele olmaktan fıkhi bir meseleye dönüştürülen imamın seçiminde de farklı yöntemlere verilen meşruiyetle sağlanır. Fazlıoğlu’nun işaret ettiği kırılma Seyyid Şerif Cürcani ile sağlanırken siyasi alandaki bu kırılma el-Bağdâdi ve El-Mâverdi’nin getirdiği aşamayı yeni inşada kullanan Gazâli ile sağlanır (sh.280, 285). Bu iki kırılmanın Ehl-i Sünnet toplumunun sürekliliğine etkileri daha kapsamlı araştırmaları hak etmektedir.
Yaşadığı dönemin siyasi karmaşası ve düzen olmadan adaletin de olamayacağı göz önüne alındığında Gazâli’nin yaklaşımı oldukça makuldür: ‘Gazâli’ye göre, ümmet içinde siyasi bir farklılığın ve itaat edilen güçlü bir devletin varlığı, geleneğin ve aklın gerektirdiği bir zorunluluktur. Şeriat Allah’a, peygamberine ve iktidar sahiplerine itaati emreder. Ümmet içindeki barışın bozulması (fitne), onun peşinden düzensizliğe ve anarşiye yol açan bir iç savaş, karışıklık ve bozulma (fesad) korkusu Gazâli’nin siyasi düşüncesine hâkimdir…’(sh.436).
Gazâli’nin çerçevesini oluşturmaya çalıştığı Ehl-i Sünnet toplumu herkesin sorumlu olduğu hiyerarşik bir toplumdur. Bu hiyerarşinin önemli bir kısmı yöneticilerden oluşurken bunun karşısında fıkıh âlimleri önemli bir konuma sahiptir: ‘Gazâli’nin anladığı şekliyle toplum, tüm inananlar Allah nazarında eşit olsalar da oldukça hiyerarşik bir toplumdur. İki büyük yönetici sınıf, emirler ve fıkıh âlimleri sınıfıdır. Emirden kastedilen önce halifedir; makamına göre onun birinci sırayı alması gerekir; sonra krallar, sultanlar, hükümdarlar ve genel bir ifadeyle iktidar sahibi herkes gelir. Fıkıh âlimleri de kendini dini ilimlere adamış olanların tümü, yani ilahiyatçılar, hadisçiler, vaizler, fakihler ve fukaha ile aynı sınıfta fetva vermeye yetkili kalp ilimlerinde uzman kişilerdir.’ (sh.436-437).
Bir başka deyişle, ‘Allah’ın gölgesi’ olarak yöneticiler ve ‘Peygamber’in varisleri’ olarak âlimler aynı amaç, yani sağlıklı ve adil bir Müslüman toplumun sürekliliği için yük paylaşımı yapmakta ve birbirini dengelemektedir. ‘Allah’ın gölgesi’ yöneticiler adalet temelli düzeni sağlarken ‘Peygamber’in varisleri’ âlimler Kur’an, Sünnet, İcma ve Kıyas temelli hayatın akışkanlığını sağlayan içerikler üretirler. Bu bağlamda fıkıh yaşam bilgisi olduğu için öne çıkmaktadır: ‘…Bu dünyayla ilgili ilimlerin en önde geleni ve siyasetin öncelikle gereksinim duyduğu ilim fıkıhtır. Bu terim, genellikle hukuk olarak tercüme edilirse de, o hukuktan daha fazla bir şey, insanın Rabbine, bizzat kendisine ve diğer insanlara karşı görevlerini düzenleyen ve görev kavramının işlevi olarak hukuk kavramını tanımlayan bir hayat kuralıdır.’(sh.228)
Gazâli tüm eserlerinde özellikle âlimlerin bağımsızlığını öne çıkartarak bu ilişkiyi deforme edecek bozulmalara işaret etmektedir: ‘İyi âlim her şeyden önce, çıkar gözetmeyen, ilimle sadece ilim olduğu için uğraşan ve Rabbinin rızasını kazanmaktan başka hiçbir düşüncesi olmayan bir insandır. Bu dünyanın tutkularına sırtını dönerek, servet ve bilhassa-maddi şeylerden daha tehlikeli olan- makam ve itibar peşinde koşmaktan vazgeçer…Öncelikle özgürlüğüne düşkün olmakla birlikte yine de, fırsat çıkınca, hükümdarlara görevlerini hatırlatmaktan, kusurlarını yüzlerine söylemekten, onlara nasihat etmekten çekinmez.’(sh.316-317) Aslında Gazali’nin tüm bu çabası Ehl-i Sünnet toplumunda âlimlerin yer aldığı sivil alanının güçlendirilmesine yöneliktir. Çünkü yöneticilere sorumluluklarını hatırlatmak ‘Peygamber’in varisleri’ olan âlimlerin sorumluluğudur: ‘…Bu ikisine yükümlü oldukları ödevleri tam bir özgürlükle hatırlatmak peygamberin mirasçıları olan fıkıh âlimlerine düşer. Hükümdarların bozulmasını halkın bozulması izler.’(sh.438).
Dolayısıyla bu alanda yer almak yükümlülüklerini yerine getirme açısından oldukça zorludur. Gazâli kendisinden emin olmayan insanların bu görevlerden uzak durmasını salık verir: ‘…Kendinden emin olmayan kişi bu görevleri terk etmelidir. Bu görevler üstlenildiği zaman onları adaletle yerine getirmek Allah’a karşı kulluğun bir şeklidir. Ruh sağlamlığı olmayan kişiler, özellikle yönetimin adil olmadığının ve onun siyasetini izlemek zorunda kalınacağı bilindiği zaman, bu görevleri talep ve kabul etmekten veya o görevlerde kalmayı sürdürmekten kaçınmalıdır. Fakat böyle bir görevi kabul etmek zorunda olduğunu sanan kişi görevden alınacağından korkmaksızın orada adaleti hâkim kılmalıdır; böyle bir korku Allah’ın nazarında geçersiz bir mazerettir.’(sh.333) Bu alan bozulduğunda siyaset alanı daralacak, önce yönetim, sonra da toplum bozulacaktır. Dolayısıyla, Ehl-i Sünnet toplumunda toplumun bozulması yönetimden daha çok sivil alanın bozulması ile doğrudan ilişkili olarak değerlendirilmektedir.
Gazâli yaşamı boyunca bu siyasi çerçeveye dayalı bir Ehl-i Sünnet toplumunu inşa etmek için büyük çaba sarf eder ve eserler te’lif ederken ömrünün sonlarına doğru te’lif ettiği en önemli eseri olan İhya, aslında inşa ettiği Müslüman toplumun tamamına sorumluluklarını hatırlatan bir bireysel ve kamusal alan yaşam rehberi niteliğindedir. Veya Laoust’un ifadesiyle toplumsal ve siyasi ahlak kitabıdır (sh.137). Bu nedenle dili de bu amaca hizmet edecek şekilde herkesin anlayabileceği kadar sadedir. Gazali’nin çerçevesinde yükümlülükler (farz) bireysel (farz-ı ayn) ve kamusal/toplumsal (farz-ı kifaye) olarak daha belirgin kılınarak birisinin diğeri için feda edilemeyeceğine özel vurguda bulunulmaktadır. Örneğin toplumsal bir görevi, yani farz-ı kifaye bir görevi yerine getiren bir Müslüman bireysel sorunluluklarından (farz-ı aynlardan) muaf olamaz. Dolayısıyla, bu karizmatik ve faziletli toplumun sağlıklı bir şekilde yaşaması ve adaletten sapmamasından herkes sorumludur: ‘…Gazâli’nin ahlakı tam tersine her şeyden önce, bir eylem ve çaba, bu dünya şeylerinin aldatmasından kurtulmak için kendi nefsiyle yoğun bir savaş (mücahede) ve Allah düşüncesi içinde davranmak ahlakıdır. Hem inzivadaki hem de hayatın içindeki insana, aynı şekilde şehirdeki bir vatandaşa olduğu kadar ribat’ında uzlete çekilmiş bir münzeviye de yönelik davranış kuralı olarak uygulanabilir…’(sh.368)
Diğer taraftan, ibadetleri de bu bağlamda ele alır: geçişli ve geçişsiz ibadetler: ‘…Geçişli –başkasına da yararı dokunan-(müteaddiye) ibadetler, geçişsiz-yararı yalnız yapana dokunan-(lazıme) ibadetlerden faziletçe daha üstündür…’(sh.348). Dolayısıyla, karizmatik veya faziletli Ehl-i Sünnet toplumunda hem bireyin tek başına sürekli gelişimi teşvik edilir hem de toplum bu sürekli geliştirilen insanın kamusal alana katkılarıyla daha güçlü hale getirilir: ‘Bütün bu ibadetler aynı amaca, bireysel kurtuluşun şartlarından biri olan kalbin temizlenmesine (tathir) yöneliktir. Kalp temizliği, mükemmel bir toplumun bireyleri arasındaki ilişkilerde niyet temizliği olduğu için de önemlidir…Gönüllü veya gönülsüz toplum içinde yaşamayı seçen veya kabul eden kişiyi olduğu kadar uzleti seçen kişiyi de ilgilendiren bu temizlik, hem manevi hem de maddi düzeni sağlar. İdeal site bir adil insanlar topluluğudur.’(sh.334)