Futbolun öteki hikayesi

  • Konbuyu başlatan Admin
  • Başlangıç tarihi
A

Admin

Yönetici
Yönetici
Futbolda nefreti sıradanlaştıran, hatta kurumsallaştıran tepedeki figürler, hem sahayı hem de toplumu kutuplaştırma gücüne de sahip. Bu dilin yalnızca rekabeti kızıştırmakla kalmayıp, zamanla futbolun içeriğini de zehirlediğini kabul etmeliyiz. Taraftarlar için de bu söylemler, duygularını dışa vurmak için bir tür “yetki belgesi” oluyor.

Bir takımı sevmek kolaydır. Formalar alınır, marşlar ezberlenir, zafer anları kutsanır. Ama bir takımı sevmek bazen, başka bir takımdan nefret etmekle pekişir. Taraftarlık yalnızca bir aidiyet değil, bir karşıtlık biçimidir de... Tuttuğumuz takımı sadece başarıları için değil, rakiplerinin yenilgileriyle birlikte severiz çoğu zaman. Peki bu sevgi gerçekten saf bir bağ mı, yoksa nefretle karışık bir kimlik inşası mı? Başka bir takımla sürekli didişmeden, hatta ondan nefret etmeden gerçek bir taraftar olunamaz mı?
Futbol dünyasında bir takımı sevmemek ile bir takımdan nefret etmek arasındaki fark, çok ince ama bir o kadar da belirleyicidir. Sevmemek, genellikle edilgen bir duygudur; izlersin ama hoşlanmazsın, takdir etmezsin, ilgilenmezsin. Oysa nefret, aktif bir çabadır. Zaman ve enerji ister. Takip edersin, hata kollarsın, her başarısında burun kıvırırsın, her başarısızlığında içten içe sevinirsin.
Psikoloji literatürü, bu tür karşıtlıkların bireyin sosyal kimliğini inşa etmesinde önemli bir rol oynadığını söyler. Sosyal kimlik kuramına göre insanlar, “biz”i tanımlarken genellikle bir “onlar”a ihtiyaç duyar. Takımını sevmek yetmez; onun karşısında konumlanacak bir düşmana, bir “öteki”ye ihtiyaç vardır. Nitekim bir taraftarı sahaya, tribüne ya da sosyal medyaya çeken şey yalnızca sevgisi değil, karşıtlık duygusudur da.
Sıradan bir Beşiktaşlı, sadece Beşiktaş’ı sevdiği için değil, aynı zamanda Galatasaray’dan veya Fenerbahçe’den nefret ettiği için de Beşiktaşlı’dır. Bu karşıtlıklar zamanla kolektif belleğin parçası olur; derbiler artık yalnızca üç puanlık maçlar değil, duygusal hesaplaşmalar haline gelir. Çünkü sevgi kişiseldir ama nefret toplumsal bir bağ kurar. Tribünde binlerce kişi aynı nefreti paylaştığında, orada bir ‘biz’ doğar. O zaman sormak gerekir: Acaba biz, tuttuğumuz takımı sevmeyi bırakamıyorken, başka bir takımı sevmemeyi ne kadar bırakabiliriz?

Kültürel kodlar

Tuttuğumuz takımı neden sevdiğimiz kadar, bazı takımlardan neden hiç hazzetmediğimizin de arkasında derin kültürel kodlar yatar. Bir çocuk, daha futbolun kurallarını bilmezken, babasının tuttuğu takımı “bizim takım” olarak öğrenir. Bu “biz”in karşısında mutlaka bir “onlar” da vardır. Baba, televizyon başında hakeme bağırırken ya da komşuya sataşırken çocuğa yalnızca hangi takımı tutacağını değil, hangi takımdan nefret edeceğini de öğretir. Bu şekilde futbol kültürü yalnızca bir sevgi aktarımı değil, aynı zamanda bir düşmanlık mirası olarak da kuşaktan kuşağa aktarılır.
Bir takımı sevmemek çoğu zaman onun temsil ettiği şeye karşı oluşur. Kimine göre Galatasaray, kibir ve ayrıcalığın temsilcisiyken; Fenerbahçe, medyayı yöneten, her taşın altından çıkan takımdır. Kimisi ise Beşiktaş’ı aşırı romantik bulup bununla dalga geçerken, kimisi de Trabzonspor’un kendi dışındakini düşmanlaştıran söyleminden rahatsız olur. Takımlara yüklenen bu anlamlar, doğrudan kulübün tarihinden değil, kamuoyundaki algılardan doğar.

Kurumsal düşmanlık

Futbolda nefreti sıradanlaştıran, hatta kurumsallaştıran tepedeki figürler, hem sahayı hem de toplumu kutuplaştırma gücüne de sahip. Türkiye’de bu örneklerin listesi uzundur. Aziz Yıldırım’ın Galatasaray’a karşı yıllarca sürdürdüğü meydan okuma dili, Fatih Terim’in başarılarının demeçlerine yansıyan ince dokundurmaları, Ergin Ataman’ın her maç sonrası mikrofonlara verdiği provokatif demeçler… Bunların her biri taraftarı sadece takımı için değil, rakip için de ayağa kaldıran söylemler oldu hep. “Rakip değil düşman” algısı, çoğu zaman bu üst düzey figürlerin kullandığı dille şekillendi.
Bu dilin yalnızca rekabeti kızıştırmakla kalmayıp zamanla futbolun içeriğini de zehirlediğini kabul etmeliyiz. Artık oynanan oyunun kalitesi, sahadaki mücadele ya da taktikler değil; kimin ne dediği, ne ima ettiği, kimin “daha çok bağırdığı” konuşulur hale geldi. Sporun yerini polemik aldı. Taraftarlar için de bu söylemler, duygularını dışavurmak için bir tür “yetki belgesi” oluyor: Madem başkan böyle diyor, biz de sokakta, sosyal medyada, tribünde aynı tonda devam ederiz.

Nefreti pazarlamak

Eskiden bir takımdan nefret etmek, tribünde bağırmakla ya da eş dost sohbetlerinde söylenmekle sınırlıydı. Bugünse bu duyguların tamamı birer içerik malzemesi. Nefret artık yalnızca yaşanan değil, paylaşılan, hatta pazarlanan bir şey. Sosyal medya, futbol taraftarlığını sadece daha görünür değil, aynı zamanda daha keskin hale getirdi.
Taraftar profilleri, bir futbol kulübü lehine içerik üretmekle kalmıyor; rakip kulüp aleyhine mizahi(!) videolar, montajlar, fotoğraflarla bir tür dijital tribün savaşı yaratıyor. Mizah burada yalnızca gülmek için değil, aynı zamanda aşağılamak, küçümsemek, yok saymak için de bir araç haline geliyor. Şakayla karışık olan bu içeriklerin birçoğu aslında ciddi bir öfke ve düşmanlık hissini barındırıyor.
Sosyal medyada görünür olan en radikal taraftar profili, gerçekte azınlık bile olsa, algoritmalar sayesinde sanki çoğunlukmuş gibi algılanıyor. Haliyle bu da duyguların dozunu artırıyor. Bir taraftar, aslında rakip takıma bu kadar öfkeli değilken, karşısındaki binlerce “benzer öfke” tweet’i gördüğünde kendi duygusunu meşrulaştırıyor: “Demek yalnız değilim. Demek ki bu nefret haklı.”

Alaycı üslup

Kulüpler de bu ortamdan bağımsız kalmıyor. Resmi sosyal medya hesapları, doğrudan rakibe gönderme yaparak bu dijital rekabeti körüklüyor. Algı operasyonları, hakem videoları, rakip oyuncuya ima içeren paylaşımlar, artık iletişim stratejisinin bir parçası. Yani kulüpler, taraftarının nefret duygusunu besleyerek, aidiyeti artırmak gibi riskli ama etkili bir yolu tercih ediyor. Nefret artık bir etkileşim biçimi; hem duygusal hem de dijital bir yatırım aracı.
Bu durum, medya ve dijital içerik üreticileri tarafından da pek tabii besleniyor. Spor programlarında yorumculardan birinin, alaycı bir üslupla rakip takımın halini anlattığı, diğer yorumcuların kahkahalarla güldüğü sahnelere artık alışığız. Taraftar bu atmosferi soludukça, rakip takım yalnızca rakip olmaktan çıkıp, eğlence nesnesine dönüşüyor. Onun başarısızlığı artık yalnızca sportif bir veri değil, aynı zaman da dalga geçilecek bir unsur.
Bu mizah anlayışının zamanla empatiyi yok etmesine şaşırmamalıyız. Rakip takımın taraftarının da senin gibi umutlandığı, üzüldüğü, sinirlendiği gibi duygular artık görünmez hale gelir. Karşındaki artık senin gibi bir insan değil, dalga geçilecek bir figürdür sadece. Bu da taraftarlığın karşılıklı saygı üzerine değil, karşılıklı küçümseme üzerine inşa edilmesine neden olur.

Taraftarın derdi adalet

Bir takımı sevmemek bazen sadece sportif rekabetle açıklanamaz. Özellikle nefret boyutuna ulaştığında, duygunun altında kıskançlık, sınıfsal ayrım, dışlanmışlık hissi gibi daha derin psikolojik katmanlar yatar. Kentli, elit, diplomalı, “beyaz Türk” imajı taşıyan takımlar; halkçı, yoksul, mücadeleci imajı taşıyan takımların taraftarınca otomatik olarak itici bulunabilir. Tersine, “gecekondunun takımı” ya da “Anadolu çocuğu” gibi kodlanan kulüpler de, merkez elitleri tarafından küçümsenebilir. Yani mesele çoğu zaman skor tablosu değil, sınıfsal temsil meselesidir.
Paris Saint-Germain, “şeyhlik parasıyla kurulmuş suni bir takım” diye küçümsenir; Manchester City, “futbolun ruhunu parayla satın alan sistemin ürünü” olarak eleştirilir. Türkiye’de Başakşehir de kurulduğunda benzer şekilde antipati toplamış, bu antipati yalnızca spor değil, sistemsel kayırılma ve adalet duygusuyla da ilintili olmuştur.
Bu noktada şu soruyu sorabiliriz: Taraftar gerçekten takımı mı sevmiyor, yoksa temsil ettiği sınıfı, kibri, imtiyazı mı? Belki de bu yüzden bazı maçların sonucu değil, hangi tarafın haddinin bildirildiği önemlidir. Rakip takımın kaybetmesi, yalnızca üç puanlık bir sevinç değil, bir sosyal dengeleme duygusudur. Çünkü futbolda, kim galip gelirse gelsin, taraftarın derdi adalettir. Ya da daha doğrusu adaleti kendi cephesinden sağlamaktır.

‘Biz’ kimiz, ‘onlar’ kim?

Bir takımı sevmemek bazen doğrudan o takıma karşı duyulan bir öfkeyle değil, onun temsil ettiği sembollerle de ilgilidir. Nefret ettiğimizi düşündüğümüz kulüp, çoğu zaman sadece bir futbol takımı değildir. O kulüp; bir sınıfı, bir ideolojiyi, bir kibrin ya da bir haksızlığın simgesi haline gelmiştir. Bu yüzden futbol taraftarlığı, yalnızca saha içiyle açıklanamayacak kadar derin bir kimlik meselesidir. Bir kulüp, taraftar gözünde yalnızca rakip değil; devletin kayırdığı, medyanın şımarttığı, hakemlerin kolladığı bir güç odağıdır. Ya da tam tersi: sürekli ağlayan, mağdur edebiyatı yapan, kendini olduğundan büyük gösteren bir “drama kulübü”dür. Bu imajlar zamanla öyle sabitlenir ki, artık kulübün kendisi değil, onun hakkında oluşmuş algıdan nefret edilir.
İşte bu noktada, taraftarlık bir tür “karşı duruş” haline geliyor. Kimliğini neyi sevdiğinden çok, neye karşı olduğun belirliyor. Bir kulübü tutmak; sadece onun formasını giymek değil, aynı zamanda “diğerlerine benzememek” anlamı da taşıyor. Onların oyuncusu gibi davranmamak, onların tribünleri gibi bağırmamak, onların yöneticisi gibi konuşmamak. Yani bu işin içinde ciddi bir “biz kimiz?” sorusu kadar “onlar kim?” sorusunun da cevabı var.
 
Geri
Üst