Faşizmin yedek kulübesi: AfD’nin aşırı sağcı sınıflandırılması ne anlama geliyor?

  • Konbuyu başlatan Admin
  • Başlangıç tarihi
A

Admin

Yönetici
Yönetici
Almanya'da iç istihbarattan sorumlu Anayasayı Koruma Teşkilatı (BfV), Almanya için Alternatif (AfD) partisini 2 Mayıs itibarıyla "kesin olarak aşırı sağcı bir oluşum" olarak sınıflandırdı. BfV'den yapılan açıklamada, "partinin insan onurunu hiçe sayan, anayasayla bağdaşmayan politik duruşu" karara gerekçe olarak gösterildi. Bu açıklama, geçici İçişleri Bakanı Nancy Faeser tarafından, kamuoyu yoklamalarının AfD’yi Hristiyan Demokrat Birlik (CDU) ile başa baş gösterdiği bir anda yapıldı. Yani, toplumun yönelimleri değişirken devletin refleksi de şekilleniyor. Verilen gerekçe ise dikkat çekici. Anayasayı Koruma Dairesi, AfD’nin “insan onurunu ayaklar altına alan” aşırılığını, partinin sosyal-darvinist, aşırı liberal ve emek düşmanı politikalarına değil; “etnik-ırk temelli bir halk anlayışının partiye egemen olmasına” bağlıyor. Yani mesele, ekonomik değil, kimliksel zeminde şekilleniyor. Bu da, Almanya’nın resmi faşizm tanımında halen ırkçılığın temel kriter olduğunun bir göstergesi. Ancak asıl mesele burada bitmiyor. CDU lideri ve Başbakan olması beklenilen Friedrich Merz, göçmen karşıtı politikalarını hayata geçirirken AfD’nin oylarına göz kırpan önerilerde bulunuyor. Bu da gösteriyor ki, merkez sağ ile aşırı sağ arasındaki çizgi giderek bulanıklaşıyor. AfD, sonuçta burjuva partilerinin kucağında yetişmiş bir yapı. Ne var ki, Almanya’nın Ukrayna savaşında NATO çizgisini sorgulayan tavrıyla, AfD bu partiler açısından dış politikada “güvenilmez” bir müttefik olarak görülüyor. Görünen o ki, istihbaratın bu sınıflandırması ve beraberinde getireceği gizli ajan yerleştirme imkânı, AfD’yi sistem dışına itmeye değil, daha kontrol edilebilir hâle getirmeye yönelik. Tarih bize defalarca gösterdi: Sermaye sınıfı, faşistleri asla tamamen karşısına almaz. Onları hep kenarda, yedek kulübesinde tutar. Gerektiğinde sağcı çoğunlukları sağlamak, daha önemlisi sola karşı bir baskı aracı olarak kullanmak için. AfD’ye yönelik bu son adım, demokrasi adına atılmış bir adım gibi görünse de, perde arkasında sistemin kendi bekasını garantiye alma hamlesi olabilir. Bu nedenle sorulması gereken soru şudur: Almanya gerçekten faşizmle hesaplaşmak mı istiyor, yoksa onu yeniden dizayn mı etmek istiyor? Devleti faşizme karşı çağırmak: Çaresizlik mi, çelişki mi? AfD’nin artık resmen “kesin olarak aşırı sağcı” bir parti olarak sınıflandırılması, yalnızca merkez partilerde değil, sol çevrelerde de büyük yankı uyandırdı. Sol Parti (Die Linke) Meclis Grubu Eş Başkanı Heidi Reichinnek, “Artık kimsenin şüphesi kalmamalı: AfD, demokrasimiz ve ülkemiz için en büyük tehdittir” diyerek bir AfD yasak sürecinin başlatılması çağrısında bulundu. Ancak bu tür açıklamaların altını kazıdığımızda, ciddi bir çelişki ortaya çıkıyor. Zira bu uyarıyı yapan kişi, devletin istihbarat kurumlarının kendisini ve kendi partisinin kimi kanatlarını da yıllardır “aşırı solcu” olarak fişlediğini unutmuşa benziyor. Evet, AfD’nin ideolojik temelleri ve eylemleri elbette tehlikelidir. Ancak bu tehlikeyi teşhis ederken yaslandığımız kurumun, geçmişte NPD gibi faşist oluşumları ajanlarla öylesine iç içe geçirdiği için kapatmayı bile göze alamayan bir yapı olduğunu da unutmamak gerekir. Hele ki Almanya’nın utanç verici NSU (Nasyonal Sosyalist Yeraltı) cinayetlerinde istihbaratın eli, daha dün gibi hafızalardadır. Bu “koruyucu el”, yıllarca Neonazi terörünü izlemekle yetinmedi, kimi zaman onu adeta gözetti. Şimdi ise aynı istihbarat teşkilatını AfD’yi yasaklamak için harekete geçmeye çağırmak, “militan demokrasi” adına bir görevmiş gibi sunuluyor. Ancak Rosa Luxemburg Vakfı’nın bir analizinde de belirtildiği üzere, Almanya’da bu tür baskıcı yöntemler tarihsel olarak nadiren Neonazilere karşı kullanılmıştır. Aksine, bu araçlar çoğu kez komünistlere, devrimcilere ve sisteme muhalif solculara yöneltilmiştir. Faşizme karşı mücadele, eğer halktan ve tabandan örgütlenen bir siyasal direniş yerine, devlete ait bürokratik ve otoriter araçlara havale edilirse; sonuç yalnızca etkisizlik değil, aynı zamanda meşruiyet krizi olur. Çünkü o zaman, AfD’nin temsil ettiği baskıcı, antidemokratik eğilimlerle gerçekten hesaplaşmak değil; onları yeniden üretmek söz konusu olur. AfD ile gerçek bir hesaplaşma, onu sistem dışı bir canavar gibi görmekle değil; sistemin içinden nasıl beslendiğini, kimler tarafından faydalı görüldüğünü sorgulamakla mümkündür. Bu da, sadece sloganla değil, örgütlü ve bağımsız bir halk muhalefetiyle olur…
 
Geri
Üst