A
Admin
Yönetici
Yönetici
Rusya-Ukrayna savaşı üçüncü yılını geride bırakırken, sadece cephe hattında değil, diplomatik sahada da yeni güç dengeleri şekilleniyor. Bu süreçte bazı aktörler barışı savunmaktan çok kendi bloklarını tahkim etmeye yönelirken, bazı ülkeler diyalog zeminini canlı tutmaya çalıştı. Özellikle Çin ve Türkiye, çatışmanın başından bu yana doğrudan savaşın parçası olmadan, diplomatik sürecin merkezinde konumlandı. İstanbul’da gerçekleştirilen müzakereler, tarafsızlık ilkesine dayalı barış arayışının somutlaşmış örneklerinden biri olarak dikkat çekti. Bu tabloda, Çin’in pozisyonu, klasik güç dengelerinin ötesine geçerek barış eksenli küresel bir kimlik inşasına yönelik çabasını ortaya koydu. Çok Kutuplu Dünyada Sessiz Güç: Çin Uluslararası sistemin çok kutuplu yapıya evrildiği, eski ittifakların çözülüp yeni güç merkezlerinin doğduğu bir dönemde Çin, yumuşak gücünü öne çıkararak farklı bir diplomasi anlayışı geliştiriyor. ABD’nin askeri ve stratejik baskı politikalarına karşılık, Çin diplomasisi “karışmama” ilkesini yeni bir barış diliyle harmanlamaya çalışıyor. Rusya’yla “sınırsız ortaklık” ilan etmiş olsa da, Ukrayna krizinde Çin’in aktif olarak cepheye taraf olmaması, onu Batı ile açık çatışmadan uzak tutarken, taraflar nezdinde bir güven zemini oluşturdu. Çin, Batı’nın yaptırım politikalarına katılmayarak Rusya’yla ekonomik ilişkilerini sürdürdü; ancak aynı zamanda Kiev yönetimiyle diplomatik bağlarını da koparmadı. Bu denge politikası, her iki başkentte de muhatap kabul edilen nadir güçlerden biri olmasını sağladı. Bugün hem Washington hem Moskova nezdinde dikkatle izlenen Pekin, savaş sonrası yeniden şekillenecek jeopolitik zeminde söz sahibi olma hedefini adım adım inşa ediyor. Savaşın Gölgesinde Yükselen Diplomasi Küresel barış mimarisi, yalnızca krizleri yönetmek değil, aynı zamanda yeni normlar ve dengeler inşa etmekle mümkündür. Çin, bu noktada klasik güç politikalarını aşan, ekonomik ve stratejik bağları merkeze alan bir diplomasi anlayışı geliştirmekte. Türkiye gibi bölgesel güçlerle birlikte, Çin de barışı sadece söylemsel bir hedef olarak değil, sistem kurucu bir araç olarak görmeye başlamıştır. Bu dönüşümün en somut yansımalarından biri, Çin’in 12 maddelik barış önerisiyle sahneye çıkmasıdır. Her ne kadar bu plan Batı’da temkinli karşılansa da, küresel Güney’in büyük bölümü tarafından umutla değerlendirilmiştir. Bu da Çin’in yalnızca bölgesel değil, küresel düzeyde yeni bir güvenlik anlayışı inşa etme potansiyeline işaret etmektedir. Ahde Vefa ve Yeni Güvenlik Mimarisinin Arayışı Bugünün çatışmaları, yalnızca güç dengelerini değil, ahde vefa ve uluslararası taahhütlerin anlamını da yeniden sorgulatmaktadır. Çin, özellikle Tayvan ve Güney Çin Denizi gibi konularda Batı’nın çifte standardına dikkat çekerek, uluslararası sistemin “seçici meşruiyet” sorunu üzerine düşünmeye zorlamaktadır. Aynı çerçevede, Rusya-Ukrayna savaşında da Batı’nın stratejik belirsizlikleri, Çin’in “istikrarlı ve karşılıklı çıkara dayalı güvenlik mimarisi” arayışını öne çıkarmıştır. Barış sadece askeri çatışmanın son bulması değildir; barış, aynı zamanda güvenliğin yeniden tarif edildiği, karşılıklı bağımlılıkların çatışmadan üstün tutulduğu bir sistem tahayyülüdür. Çin ve onunla paralel düşünen bazı yükselen aktörler, bu tahayyülü zeminle buluşturmaya çalışmaktadır. Şu artık açıktır: Yeni dünyanın diplomasisi, sadece güçlülerin değil, sorumluluk alanların kuracağı bir düzen olacaktır.