A
Admin
Yönetici
Yönetici
Düşünsenize, elinizde bir sabun... Kaygan, bir o yana bir bu yana kaçıyor. İşte bugünkü hakikat arayışımız da böyle. Algoritmaların ördüğü görünmez duvarlar içinde sıkışıp kaldık. Nice insan, düşüncelerini sımsıkı kavramış, sorgulamaktan adeta çekinir hale geldi. Toplumsal tartışmalar, sert kabuklu inanç kalelerine dönüştü. Kendi doğrularımızı bile irdelemekten imtina ediyoruz, farkında mısınız?
Bilinç bulanıklığı servisinin o labirentinde, gerçek dediğimiz şey, artık sadece gözle görülür, elle tutulur olanla sınırlı değil. Dijital fanuslarımız, sadece kendi fikrimizi besleyen havayı solumamıza izin veriyor. Gerçekle kurgu birbirine karıştı. Olgular, fikirler, bakış açıları, hepsi bir karışım halinde. Herkesin kendince bir "doğrusu" var sanki. Ne kadar ayrı düşersek düşelim.
Peki, bu durum anlamın yittiği anlamına mı geliyor? Hakikat artık yok mu? Yoksa bağlamlar o kadar hızlı değişiyor ki, sabit bir nokta kalmadı mı? Öyleyse, geriye ne kalıyor hakikat adına?
Eskiler, "Özgürlük nedir?", "Gerçek nedir?" gibi temel soruları ele alırken, üstüne titrerdi. Cevabı hemen vermek yerine, yavaş yavaş, derinlemesine yaklaşırlardı. O gece rüyamda ki bir edebiyat kahramanı Arif el-Hâzin’in de dediği gibi: "Hakikat hem güzeldir hem ürkütücü; bu yüzden ihtiyatla ele alınmalı." Bu sözün hikmetini anlamakta fayda var.
Günümüzde hakikatin bu kırılganlığı, özellikle algoritmaların bizi nasıl kendi yankı odalarımıza hapsettiğini gösteriyor. İnsanlar, kendilerini rahat hissettikleri düşünce kalelerine çekiliyor. Algılarına uymayan her şeyi dışarıda bırakıyor. Bu sanal akvaryumlar, sadece bizim onayladığımız sesleri yükseltiyor. Farklı bakış açılarına kapılar kapanıyor. Böylece, kendi "doğru"muzu sorgulama ihtiyacı bile duymuyoruz. Eleştirel düşünme kaslarımız zayıflıyor. Sonuç? Toplum olarak birbirimizi duyamaz hale geliyoruz. Ortak bir zemin bulamayan insanlar, diyalog çiçeği patikalarında tözkezliyor. Uyum, işbirliği zorlaşıyor. Demokrasinin temelini oluşturan ortak akıl zemini erozyona uğruyor.
Hakikat, çok katmanlı bir kavram. Nesnel olanla, öznel hissedilenle, adaletle ve toplumsal uyumla iç içe. Bu katmanların her biri, meseleye farklı bir pencere açar, ama aynı zamanda kendi zorluklarını da getirir. İşe, gerçeğin sadece dışarıdaki "şeyler" olmadığını, aynı zamanda içimizdeki "doğruluk" hissiyle de şekillendiğini kabul ederek başlamalıyız. Yani, sadece haritanın doğruluğu değil, o haritayı çizenin niyeti ve güvenilirliği de mühimdir.
Bir düşünce, beyinde iz bırakır, ölçülebilir. Ancak o düşüncenin taşıdığı anlam ve yük, ölçülebilir olanın çok ötesindedir. Kaygıyı, sadece nörokimyasal dengelerle açıklayamazsınız. Onu, içinizdeki huzursuzluk, belirsizlik dalgalarıyla yaşarsınız. Bu içsel deneyim, tek başına var olamaz. Ona anlamını veren, içinde yaşadığımız kültürün dili, normları, görünmez kurallarıdır. Hakikat ve doğruluk, bu bağlamdan koparılamaz. Sadece söylediğimizin ortak gerçeklik zemini veya söylerkenki içtenliğimiz değil, karşımızdakiyle karşılıklı bir anlayışa varıp varamayacağımızdır mesele. Bu yüzden hakikat, kaçınılmaz olarak hepimizin paylaştığı bir alandan doğar.
Düşüncelerimiz rütinleşmiş söylemlerden sıyrıldığında, bu farklı bakabilme yeteneğimizi gösterir. Ancak önemli olan, sadece "doğru" olup olmadığı değil, aynı zamanda toplumsal dokuda nasıl karşılık bulduğudur. Duygularımızın dış dünyayı ne kadar "tam" yansıttığı değil, onları ifade ettiğimiz kültürel çerçeveyle ne kadar uyumlu olduğudur.
Tıpkı düşüncelerimizin beyinde izi olduğu gibi, kültürel değerlerimizin de toplumsal kurumlarda, yasalarda, musikide ve sanatta somut karşılıkları vardır. Burada artık tek tek nesnelerin gerçekliği veya bireysel doğrular değil, kurumların toplum içindeki işlevsel uyumu öne çıkar. Toplum bir makine gibi çalışır; her dişli yerine oturduğunda, sistem akıcı işler.
Kısacası, bir düşünce sandığımızdan çok daha karmaşıktır. Nesnel gerçeklik, öznel doğruluk, karşılıklı adalet anlayışı ve işlevsel uyum birbiriyle örülüdür. Benim için önemli ve sevdiğim, beyaz kalemli göçmen bir düşünürün dediği gibi: Konuştuğumuz her an, uç dünyayla birden bağ kurarız: Fiziksel dünyayla, kendi iç dünyamızla ve kültürel arka planımızla. Asıl mesele şu: Bu farklı alanlardaki iddialar, kendine özgü geçerlilik ölçütleri talep eder. Birinin ölçütünü diğerine zorla giydirmeye kalktığımızda, işte o zaman büyük bir yanılgıya düşeriz: Kategori hatası!
Görünürlük odaklı hakikat karmaşasının temelinde bu hata yatar. "Herkesin kendi gerçeği var" söylemi, bu dört boyutun ayrımını silikleştirir. Örneğin, kişisel bir inancı tartışılmaz bir nesnel gerçekmiş gibi sunarız. Ya da bir kültürel geleneği, evrensel ve mutlak bir doğru olarak dayatırız. Bu indirgeme, tartışmaları anlamsız kılar. Bir bilim insanı verilerden bahsederken, bir başkası yüreğinin sesini dinliyor olabilir. Farklı kulvarda koşan bu konuşmalar, ortak bir zemini neredeyse imkansızlaştırır. Toplumsal diyalog zedelenir. Rasyonel tartışma yerini, bağnazca savunulara bırakır. Toplumsal güven sarsılır, ayrılıklar derinleşir.
Bu tür bir kategori hatasının tehlikeli bir yönü şudur: Her şeyi tek bir kalıba sığdırma çabası. Örneğin, gerçeği sadece 'dış dünyayı olduğu gibi yansıtmak' olarak görmek. Bu yaklaşım, aklı yalnızca bir 'haritacı'ya indirger. Oysa burada önemli bir şey gözden kaçar: Haritayı çizenin niyeti, değerleri ve amacı. Biz buna genelde 'vardır bir hikmet' deriz. En gelişmiş ölçüm cihazları bile, örneğin, bir insanın ibadet anında yaşadığı içsel huzurun derin sırrını tam olarak ölçemez veya açıklayamaz.
Bir başka ince tuzak: Kişisel anlamı, sadece "topluma uyum sağlama"ya indirgemek. Niyetler ve bütünlük, değerler ve derinlik göz ardı edilir. Bir insan, içinde bulunduğu sistemin anlamını sorguladığında, ona sadece "sisteme uyması" için yardım edilirse, kişisel anlamın özü kaybolur. Benzer şekilde, bir kültürün tüm değeri, sadece toplumsal düzeni sürdürüp sürdürmediğine bakılarak ölçülürse, "İyi olan nedir?" sorusu gölgede kalır. "Ne anlama geliyor?" sorusu, "Ne işe yarıyor?" sorusuna kurban edilir. Bu çok ciddi bir kayıptır.
Bu örnekler açıkça gösteriyor ki, hakikatin farklı boyutlarını birbirine karıştırmak, insan deneyiminin zenginliğini soldurur. Birini diğerine indirgemek, bizi hakikatin bütününden mahrum bırakır. Kişisel varoluşsal sorgulamaları görmezden gelmek, bir toplumun sadece "işliyor" olmasını yeterli görmek, bizi düşünce tembelliğine iter. Bilimsel kesinliği mutlaklaştırıp, sanatın, ahlakın, maneviyatın dilini küçümsemek, hayatı anlamsızlaştırabilir. Bu da bireyi ve toplumu yabancılaşmaya sürükleyebilir.
Peki, bu farklı hakikat katmanları felsefede nasıl ele alınmış? Büyük düşünürler, insan bilincinin evrimiyle hakikat algısının nasıl değiştiğini inceler. İlkel toplumlarda, doğa olayları genellikle ilahi iradeler veya metafizik güçlerle açıklanırdı. Deprem gibi bir felaket, kadim kültürlerde genellikle insanların davranışlarıyla ilişkilendirilen üstün bir iradenin tezahürü sayılırdı. Bu, o dönemin bilinç yapısına uygun bir anlam arayışıydı. Gerçek, anlatının iç tutarlılığı ve "doğru hissettirmesi"ydi. Zamanla, somut kurallar ve gözlemlenebilir gerçekler öne çıktı. "Rüşvet almak, yorumla gerçeği gölgelemek ve çalmak yanlıştır çünkü kural öyle diyor." Daha sonra, soyut düşünce gelişti. "Ya şöyle olsaydı?" diye sormaya başladık. Kuralları sorguladık, farklı olasılıklar hayal ettik. Mitler artık kelimenin tam anlamıyla değil, sembolik derinlikleriyle anlam kazandı. Hakikat, mantıksal tutarlılık ve eleştirel akıl yürütmeye dayandı.
Jean Piaget ve Jürgen Habermas gibi isimler, bu bilinç evrelerinin toplumların düşünce yapısını nasıl şekillendirdiğini gösterdi. Günümüzdeki dijital fanuslar, maalesef bizi sanki daha basit düşünce katmanlarına geri çekiyor. Karmaşık gerçekler yerine, basit, duygusal olarak doyurucu anlatılar tercih ediliyor. Bu da "alternatif gerçekliklerin" ve derin ayrılıkların tohumlarını ekiyor. Çünkü her grup, kendi anlatısını mutlak hakikat sanıyor. Ortak bir dil bulmak, ortak bir zemin inşa etmek giderek zorlaşıyor. Toplum, farklı "hakikat evrenleri"nde yaşayan kabilelere veya tarikatlara kümeleniyor.
Dijital çağın ikili (evet/hayır) yapısı, bu geri çekilişi besliyor. Hissedilen ekonomik belirsizlikler, yaşam pahalılığı, gelecek kaygısı gibi varoluşsal sıkıntılar, insanları karmaşık gerçeklerle yüzleşmektense, kendini iyi hissettiren basit anlatılara sığınmaya itiyor. Biraz dikkat ederseniz fark edeceksiniz, sosyal medya bu kaçışı körüklüyor. Kendi inançlarımızı pekiştiren bir yankı odasında, eleştirel düşünme yeteneğimiz köreliyor. Güven ve diyalog zemini kayboluyor.
Peki, çıkış nerede? Şu naçizane öneriyle başlayalım: Kendimizden başlayarak. Düşünelim. Gerçekten düşünelim. Akıl yürütmeyi asla bırakmayalım. Çünkü düşünmek, salt zihinsel bir faaliyet değil; hepimizin omuzlaması gereken sorumluluk ve özgürleştirici bir eylemdir. Unutmayalım: O hakikat, hepimizi özgür kılacaktır. Özgürlüğümüzün mayası, bu ortak düşünme cesaretine bağlıdır.
Şimdi karar zamanı! Geçmişin kırık köprülerini tamir etmek için sürekli şifacı misyonuna soyunmak yerine, kendi iç denizlerimizde savrulan enkaz parçalarından yeni yollar inşa etmeliyiz. Nasıl mı? Geçmişin yükünde boğulmayı bırakıp, yarının köprülerini kuracak taşları BUGÜN dizerek... Her samimi düşünceyi bir tuğla, her cesur sorgulamayı bir harç bileşeni sayarak...
Cesaretimiz varsa eğer, bu içsel inşaat başladığında köprülerimiz ufukta yükselecek. O halde soralım: Hakikate birlikte cesaretle bakmaya ve ilk adımı atmaya hazır mıyız?
Bilinç bulanıklığı servisinin o labirentinde, gerçek dediğimiz şey, artık sadece gözle görülür, elle tutulur olanla sınırlı değil. Dijital fanuslarımız, sadece kendi fikrimizi besleyen havayı solumamıza izin veriyor. Gerçekle kurgu birbirine karıştı. Olgular, fikirler, bakış açıları, hepsi bir karışım halinde. Herkesin kendince bir "doğrusu" var sanki. Ne kadar ayrı düşersek düşelim.
Peki, bu durum anlamın yittiği anlamına mı geliyor? Hakikat artık yok mu? Yoksa bağlamlar o kadar hızlı değişiyor ki, sabit bir nokta kalmadı mı? Öyleyse, geriye ne kalıyor hakikat adına?
Eskiler, "Özgürlük nedir?", "Gerçek nedir?" gibi temel soruları ele alırken, üstüne titrerdi. Cevabı hemen vermek yerine, yavaş yavaş, derinlemesine yaklaşırlardı. O gece rüyamda ki bir edebiyat kahramanı Arif el-Hâzin’in de dediği gibi: "Hakikat hem güzeldir hem ürkütücü; bu yüzden ihtiyatla ele alınmalı." Bu sözün hikmetini anlamakta fayda var.
Günümüzde hakikatin bu kırılganlığı, özellikle algoritmaların bizi nasıl kendi yankı odalarımıza hapsettiğini gösteriyor. İnsanlar, kendilerini rahat hissettikleri düşünce kalelerine çekiliyor. Algılarına uymayan her şeyi dışarıda bırakıyor. Bu sanal akvaryumlar, sadece bizim onayladığımız sesleri yükseltiyor. Farklı bakış açılarına kapılar kapanıyor. Böylece, kendi "doğru"muzu sorgulama ihtiyacı bile duymuyoruz. Eleştirel düşünme kaslarımız zayıflıyor. Sonuç? Toplum olarak birbirimizi duyamaz hale geliyoruz. Ortak bir zemin bulamayan insanlar, diyalog çiçeği patikalarında tözkezliyor. Uyum, işbirliği zorlaşıyor. Demokrasinin temelini oluşturan ortak akıl zemini erozyona uğruyor.
Hakikat, çok katmanlı bir kavram. Nesnel olanla, öznel hissedilenle, adaletle ve toplumsal uyumla iç içe. Bu katmanların her biri, meseleye farklı bir pencere açar, ama aynı zamanda kendi zorluklarını da getirir. İşe, gerçeğin sadece dışarıdaki "şeyler" olmadığını, aynı zamanda içimizdeki "doğruluk" hissiyle de şekillendiğini kabul ederek başlamalıyız. Yani, sadece haritanın doğruluğu değil, o haritayı çizenin niyeti ve güvenilirliği de mühimdir.
Bir düşünce, beyinde iz bırakır, ölçülebilir. Ancak o düşüncenin taşıdığı anlam ve yük, ölçülebilir olanın çok ötesindedir. Kaygıyı, sadece nörokimyasal dengelerle açıklayamazsınız. Onu, içinizdeki huzursuzluk, belirsizlik dalgalarıyla yaşarsınız. Bu içsel deneyim, tek başına var olamaz. Ona anlamını veren, içinde yaşadığımız kültürün dili, normları, görünmez kurallarıdır. Hakikat ve doğruluk, bu bağlamdan koparılamaz. Sadece söylediğimizin ortak gerçeklik zemini veya söylerkenki içtenliğimiz değil, karşımızdakiyle karşılıklı bir anlayışa varıp varamayacağımızdır mesele. Bu yüzden hakikat, kaçınılmaz olarak hepimizin paylaştığı bir alandan doğar.
Düşüncelerimiz rütinleşmiş söylemlerden sıyrıldığında, bu farklı bakabilme yeteneğimizi gösterir. Ancak önemli olan, sadece "doğru" olup olmadığı değil, aynı zamanda toplumsal dokuda nasıl karşılık bulduğudur. Duygularımızın dış dünyayı ne kadar "tam" yansıttığı değil, onları ifade ettiğimiz kültürel çerçeveyle ne kadar uyumlu olduğudur.
Tıpkı düşüncelerimizin beyinde izi olduğu gibi, kültürel değerlerimizin de toplumsal kurumlarda, yasalarda, musikide ve sanatta somut karşılıkları vardır. Burada artık tek tek nesnelerin gerçekliği veya bireysel doğrular değil, kurumların toplum içindeki işlevsel uyumu öne çıkar. Toplum bir makine gibi çalışır; her dişli yerine oturduğunda, sistem akıcı işler.
Kısacası, bir düşünce sandığımızdan çok daha karmaşıktır. Nesnel gerçeklik, öznel doğruluk, karşılıklı adalet anlayışı ve işlevsel uyum birbiriyle örülüdür. Benim için önemli ve sevdiğim, beyaz kalemli göçmen bir düşünürün dediği gibi: Konuştuğumuz her an, uç dünyayla birden bağ kurarız: Fiziksel dünyayla, kendi iç dünyamızla ve kültürel arka planımızla. Asıl mesele şu: Bu farklı alanlardaki iddialar, kendine özgü geçerlilik ölçütleri talep eder. Birinin ölçütünü diğerine zorla giydirmeye kalktığımızda, işte o zaman büyük bir yanılgıya düşeriz: Kategori hatası!
Görünürlük odaklı hakikat karmaşasının temelinde bu hata yatar. "Herkesin kendi gerçeği var" söylemi, bu dört boyutun ayrımını silikleştirir. Örneğin, kişisel bir inancı tartışılmaz bir nesnel gerçekmiş gibi sunarız. Ya da bir kültürel geleneği, evrensel ve mutlak bir doğru olarak dayatırız. Bu indirgeme, tartışmaları anlamsız kılar. Bir bilim insanı verilerden bahsederken, bir başkası yüreğinin sesini dinliyor olabilir. Farklı kulvarda koşan bu konuşmalar, ortak bir zemini neredeyse imkansızlaştırır. Toplumsal diyalog zedelenir. Rasyonel tartışma yerini, bağnazca savunulara bırakır. Toplumsal güven sarsılır, ayrılıklar derinleşir.
Bu tür bir kategori hatasının tehlikeli bir yönü şudur: Her şeyi tek bir kalıba sığdırma çabası. Örneğin, gerçeği sadece 'dış dünyayı olduğu gibi yansıtmak' olarak görmek. Bu yaklaşım, aklı yalnızca bir 'haritacı'ya indirger. Oysa burada önemli bir şey gözden kaçar: Haritayı çizenin niyeti, değerleri ve amacı. Biz buna genelde 'vardır bir hikmet' deriz. En gelişmiş ölçüm cihazları bile, örneğin, bir insanın ibadet anında yaşadığı içsel huzurun derin sırrını tam olarak ölçemez veya açıklayamaz.
Bir başka ince tuzak: Kişisel anlamı, sadece "topluma uyum sağlama"ya indirgemek. Niyetler ve bütünlük, değerler ve derinlik göz ardı edilir. Bir insan, içinde bulunduğu sistemin anlamını sorguladığında, ona sadece "sisteme uyması" için yardım edilirse, kişisel anlamın özü kaybolur. Benzer şekilde, bir kültürün tüm değeri, sadece toplumsal düzeni sürdürüp sürdürmediğine bakılarak ölçülürse, "İyi olan nedir?" sorusu gölgede kalır. "Ne anlama geliyor?" sorusu, "Ne işe yarıyor?" sorusuna kurban edilir. Bu çok ciddi bir kayıptır.
Bu örnekler açıkça gösteriyor ki, hakikatin farklı boyutlarını birbirine karıştırmak, insan deneyiminin zenginliğini soldurur. Birini diğerine indirgemek, bizi hakikatin bütününden mahrum bırakır. Kişisel varoluşsal sorgulamaları görmezden gelmek, bir toplumun sadece "işliyor" olmasını yeterli görmek, bizi düşünce tembelliğine iter. Bilimsel kesinliği mutlaklaştırıp, sanatın, ahlakın, maneviyatın dilini küçümsemek, hayatı anlamsızlaştırabilir. Bu da bireyi ve toplumu yabancılaşmaya sürükleyebilir.
Peki, bu farklı hakikat katmanları felsefede nasıl ele alınmış? Büyük düşünürler, insan bilincinin evrimiyle hakikat algısının nasıl değiştiğini inceler. İlkel toplumlarda, doğa olayları genellikle ilahi iradeler veya metafizik güçlerle açıklanırdı. Deprem gibi bir felaket, kadim kültürlerde genellikle insanların davranışlarıyla ilişkilendirilen üstün bir iradenin tezahürü sayılırdı. Bu, o dönemin bilinç yapısına uygun bir anlam arayışıydı. Gerçek, anlatının iç tutarlılığı ve "doğru hissettirmesi"ydi. Zamanla, somut kurallar ve gözlemlenebilir gerçekler öne çıktı. "Rüşvet almak, yorumla gerçeği gölgelemek ve çalmak yanlıştır çünkü kural öyle diyor." Daha sonra, soyut düşünce gelişti. "Ya şöyle olsaydı?" diye sormaya başladık. Kuralları sorguladık, farklı olasılıklar hayal ettik. Mitler artık kelimenin tam anlamıyla değil, sembolik derinlikleriyle anlam kazandı. Hakikat, mantıksal tutarlılık ve eleştirel akıl yürütmeye dayandı.
Jean Piaget ve Jürgen Habermas gibi isimler, bu bilinç evrelerinin toplumların düşünce yapısını nasıl şekillendirdiğini gösterdi. Günümüzdeki dijital fanuslar, maalesef bizi sanki daha basit düşünce katmanlarına geri çekiyor. Karmaşık gerçekler yerine, basit, duygusal olarak doyurucu anlatılar tercih ediliyor. Bu da "alternatif gerçekliklerin" ve derin ayrılıkların tohumlarını ekiyor. Çünkü her grup, kendi anlatısını mutlak hakikat sanıyor. Ortak bir dil bulmak, ortak bir zemin inşa etmek giderek zorlaşıyor. Toplum, farklı "hakikat evrenleri"nde yaşayan kabilelere veya tarikatlara kümeleniyor.
Dijital çağın ikili (evet/hayır) yapısı, bu geri çekilişi besliyor. Hissedilen ekonomik belirsizlikler, yaşam pahalılığı, gelecek kaygısı gibi varoluşsal sıkıntılar, insanları karmaşık gerçeklerle yüzleşmektense, kendini iyi hissettiren basit anlatılara sığınmaya itiyor. Biraz dikkat ederseniz fark edeceksiniz, sosyal medya bu kaçışı körüklüyor. Kendi inançlarımızı pekiştiren bir yankı odasında, eleştirel düşünme yeteneğimiz köreliyor. Güven ve diyalog zemini kayboluyor.
Peki, çıkış nerede? Şu naçizane öneriyle başlayalım: Kendimizden başlayarak. Düşünelim. Gerçekten düşünelim. Akıl yürütmeyi asla bırakmayalım. Çünkü düşünmek, salt zihinsel bir faaliyet değil; hepimizin omuzlaması gereken sorumluluk ve özgürleştirici bir eylemdir. Unutmayalım: O hakikat, hepimizi özgür kılacaktır. Özgürlüğümüzün mayası, bu ortak düşünme cesaretine bağlıdır.
Şimdi karar zamanı! Geçmişin kırık köprülerini tamir etmek için sürekli şifacı misyonuna soyunmak yerine, kendi iç denizlerimizde savrulan enkaz parçalarından yeni yollar inşa etmeliyiz. Nasıl mı? Geçmişin yükünde boğulmayı bırakıp, yarının köprülerini kuracak taşları BUGÜN dizerek... Her samimi düşünceyi bir tuğla, her cesur sorgulamayı bir harç bileşeni sayarak...
Cesaretimiz varsa eğer, bu içsel inşaat başladığında köprülerimiz ufukta yükselecek. O halde soralım: Hakikate birlikte cesaretle bakmaya ve ilk adımı atmaya hazır mıyız?