Demir sertliğinde geçmiş zaman topları

  • Konbuyu başlatan Admin
  • Başlangıç tarihi
A

Admin

Yönetici
Yönetici
Önce kitabın adı çekti dikkatimi. Gülten Kaya’nın instagram hesabında: “Porçakal”. Portakal desen değil, hoşça kal desen hiç değil. Ama işte güzel kokan, müzikli bir kelime. Tanıtımına baktığımda 1970’lerin ortalarında Diyarbakır’dan İstanbul’a göçen bir ailenin hikâyesi olduğunu gördüm. Gazeteci yazar Bircan Değirmenci’nin kaleme aldığı, kendi ailesinin hikâyesi. Yarı otobiyografi, yarı bellek tazeleme. Hem bireysel hem toplumsal. Ara bir tür. Ama tadına doyum olmayan cinsten.

Evet ‘70’lerin ortalarında Haydarpaşa Tren Garı’ndan İstanbul’a giriş yapıyor yedi çocuklu Değirmenci Ailesi. Bircan, yedi numara, beş altı yaşlarında. Baba tombalacılıkla geçimini sağlıyor, anne ev hanımı. Baba önceden gelip evi kiralamış ama o evde kalış süreleri uzun sürmüyor. Çok çocuklu olmaları nedeniyle apartmanda imza toplayıp aileyi çıkartıyorlar dairelerinden. Sonraki evlerde de sorun çıkarıyor bu kalabalık. Bir şekilde idare edip sonunda kendi evlerine sahip oluyorlar.

Baba, tüm sorumsuzluklarına rağmen sevilesi bir kişilik. Kimseye zarar vermeden yaşayan, kendi yaşamını önceleyen, ailesini ikinci hatta sevgilisi olduğunda üçüncü sıraya koyan bir sinema tutkunu. Âdeta hayatın tadını çıkarmak için gelmiş dünyaya. Bircan da babacı kız çocuklarından. Ona pek hayran, pek seviyor. Anne ise aynı hayata dert, tasa, gam, keder üzerine kodlanarak gelmiş sanki. Yaralı bir ruh. Mutsuzluğunun acısını çocuklarını döverek çıkaran. Çocuklar pazar torbalarını taşırken yalpaladıklarında, bakkaldan yanlış malzeme aldıklarında, kızı Aliye soğanları yeterince küçük doğrayamadığında, kocasıyla tartıştığında… “Kendi kuşağındaki tüm anneler çocuklarını dayakla terbiye eder, başka türlüsünü bilmezlerdi,” diyerek açıklıyor Bircan Değirmenci, annesinin hâlâ anlamaya çalıştığı bu hâlini. Nitekim o da vaktiyle, erken yaşta kaybettiği annesinin ardından, babasından şiddet görerek büyümüş. Böyle de kuşaklararası aktarımı var şiddetin.

Dupduru bir dil

Sevgiyi ve ilgiyi yalnızca hastalandığında görse de mutlu bir çocuk Bircan. “Annesi tarafından fazla sevilmeyen çocuklar, yazıyla çiziyle uğraşırlar” diyen Çetin Altan’ı doğrulayan. Aslında her şey 15 yaşında, lise birde beklemeye kalmasıyla başlıyor. Bir koca yıl. Günaydın gazetesinin Saklambaç ekinden kestiği tarifleri uyguladığı mutfakta kendini var etmeye çalışıyor. Ne var ki yaptıkları kendi deyişiyle Kalemiti Ceyn’in çaya batırılarak ancak yumuşayan, kuru kurabiyelerini geçmiyor. Böyle olunca terk ediyor mutfağı. Bu kez bir terzilik kursuna yazılıyor. Oraya da altı ay dayanabiliyor. Arada yine 15’inde son dakikada attığı bir nişanı var. Sonra derslerini verip liseyi bitiriyor ve Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni kazanıyor. Aradığı varoluşun gazetecilikte olduğunu fark ediyor. Yargı muhabirliğine başlıyor. Çeşitli gazete ve dergilerde, radyolarda çalışıyor. Gel zaman git zaman Diyarbakır’a dönüp belediyenin basın biriminde Başkan’ın davetiyle işe giriyor. 2017 yılında 692 sayılı KHK ile görevinden ihraç ediliyor. Sekiz yıl sonra İstinaf Mahkemesi kararıyla görevine iadesi yapılıyor.

Kitap, ana hatlarıyla vermeye çalıştığım bu süreçteki birbirinden farklı yaşam deneyimlerini, insanları, Diyarbakır ve İstanbul’u; Gazi Köşkü’nü, Suriçi’ni, Lalebey Mahallesi’ni, Menekşe Plajı’nı anlatıyor. Gazinoları, sinemaları, Boğaziçi, Adalar, Şehremini ve Samatya’yı. Mekânları, sözgelimi “Bir Diyarbakır hâlidir” dediği Ben u Sen Meyhanesi’ni. Meyhanedeki diyalogları sıralıyor: “Dedim evlilik nasıl gidiyor? Dedi iyidir, hoştur ama hiç bitmiyor”. “Dedim siz sevgili oldunuz? Dedim yok, biz birbirimize belamızı sürmüşüz”.

Bircan Demirci’nin kitabı, çocukluğunun geçtiği İstanbul ile anne ve babasının ayak izlerini sürebildiği Diyarbakır sarkacında iki kente de ait olmak / olmamak arasında yazılmış. Müthiş bir gözlem gücü, dupduru bir dil eşlik ediyor anlatıya. Öyle anıları var ki dümdüz yazsa insanın kalbine taş gibi oturur. O noktalarda ise, incelikli bir mizaha başvuruyor Demirci. Hızla gelen demir sertliğinde geçmiş zaman toplarını göğsünde yumuşatıp önümüze koyuyor. İnsan okumaya doyamıyor.

“Porçakal” bir kadın hikâyesi. Aynı zamanda bir gazeteci hikâyesi. İstanbul’da Kürt kızı, Diyarbakır’da İstanbullu kız olmanın hikâyesi. Kitabın adına gelince… Anlamını son sayfaya kadar saklıyor yazar. Çok ama çok özel, insanın içini ısıtan bir hikâyesi var kelimenin. Yazıp, okuma zevkinizi bölmek istemem. Ama İletişim Yayınları’ndan çıkan bu ‘çok’ kitabı okumanızı isterim. Hadi madem, porçakalın…

İyi pazarlar.
 
Geri
Üst