A
Admin
Yönetici
Yönetici
Hayatın bizleri sık sık getirdiği tekinsiz kavşaklar vardır; bir yanda daha önce hiç tatmadığımız acılar, görmediğimiz badireler, bilinmeyene doğru atılmayı gerektiren meydan okumalar; diğer yanda ise ruhumuzun en ücra köşelerinde yankılanan o yorgun fısıltı: "Sahi, biz bu filmi daha önce görmemiş miydik?" İşte tam da bu kesişim noktasında, o kadim sual, "Cesaret nerede başlar, korku nerede biter?" zihnimizde bambaşka bir tınıyla, daha bir girift hâlde beliriverir. Bu durum, özellikle günümüz dünyasında, bireyi eşi benzeri görülmemiş bir cendereye sokar. Bir yandan küresel ölçekte devasa sorunlarla boğuşmak muazzam bir cesaret gerektirirken, diğer yandan tarihin ve siyasetin bir türlü aşılamayan, adeta bir kısır döngüye hapsolmuş gibi görünen dehlizlerinde kaybolmuşluk hissi, o yorgun "bu filmi daha önce görmüştük" nidasıyla birleşerek mevcut dirayeti tüketir. Bu sadece yeni ile eski arasında bir seçim değildir; bu ikisinin eş zamanlı baskısı, modern varoluşun yükünü ağırlaştırır. Bilinmeyen bir geleceğin korkusu ile bilinen, tekerrür eden bir geçmişin dehşeti arasında sıkışıp kalmak, cesaret ve korku üzerine düşünmeyi her zamankinden daha karmaşık hale getirir. Acaba cesaretin o bildik, o yalın tanımı, bu başa saran makaralar, bu ezberlenmiş senaryolar karşısında nasıl bir imtihandan geçer? Eğer bir senaryoyu daha önce izlemişsek, bu bilgi kişiyi tehlike karşısında daha mı pervasız kılar, yoksa o kaçınılmaz sona doğru ilerlediğini bilmenin getirdiği daha derin, daha yorucu bir korkuya mı sürükler? Bu tanıdıklık hissi, cesaretin ne anlama geldiğini yeniden değerlendirmeye zorlar; zira eğer "senaryo" gerçekten tekerrür ediyorsa, basit bir yiğitlik yetersiz kalabilir, hatta yanlış yönlendirebilir. Günümüzün korkuları, o eski zamanların ejderhalarından, devlerinden ne kadar da başka… Kentlerin devasa yalnızlıklarında yankılanan bir yabancılaşma, bireyin kendi iç dünyasındaki bitimsiz çatışmalar, geleceğe dair o kesif belirsizlik… İşte bu soyut ve içselleşmiş korkuların gölgesinde cesareti aramak, belki de en büyük kahramanlık destanlarından daha çetin bir mücadeleyi gerektirir. Bu mücadele, dışsal canavarları alt etmekten ziyade, bireyin kendi içsel labirentlerinde yolunu bulması, yabancılaşmanın ve belirsizliğin ortasında varoluşsal bir duruş sergilemesi anlamına gelir. Tıpkı insan ruhunun derinliklerine seyahatiyle bilinen, insan ruhunun derinliklerine yaptıkları seyahatlerle bilinen Dostoyevski'nin o unutulmaz karakterleri gibi, bireyin kendine, topluma, yaşadığı mekana yabancılaşması, korkunun en temel kaynaklarından biri haline gelmiştir. Bu bağlamda cesaret, bu yabancılaşmaya karşı bir duruş sergilemek, bir anlam kırıntısı aramak olarak tezahür eder. Bireyin, anlamın aşındığı bir dünyada kendi varlığını ve değerini olumlaması, korkunun içselleştirilmiş doğasına karşı en güçlü yanıttır. Kelimelerin büyücüsü Virginia Woolf'un o incelikli iç monologlarında betimlediği gibi, hayatın içindeki o tekinsiz duruşlarla yüzleşmek ve anlamı yeniden inşa etme çabası, cesaretin modern tezahürlerindendir. Bu korkular, fiziksel bir tehditten ziyade psikolojik ve varoluşsal bir ağırlık taşıdığından, onlarla başa çıkmak için gereken cesaret de geleneksel kahramanlık anlatılarındaki fiziksel güç gösterilerinden farklılaşır; daha çok içsel bir direnç, sahici kalma çabası, anlam yaratma ve bazen de radikal bir "kopuş" iradesi olarak belirir. Bu "kopuş", yalnızca bir kaçış değil, aynı zamanda sahiciliği ve anlamı boğan içsel ya da dışsal kalıplardan bilinçli bir kopma, özgün bir varoluşa doğru atılan sancılı ama potansiyel olarak özgürleştirici bir adımdır. Fyodor Dostoyevski ve Virginia Woolf gibi edebiyat ustalarının eserleri, bu soyut korkuları ve içsel çatışmaları anlamlandırmak, onları daha somut ve dolayısıyla yüzleşilebilir kılmak için eşsiz birer harita sunar. "Sahi, biz bu filmi daha önce görmemiş miydik?" sorusu, zihnin kuytularında bir an için parlayıp sönen bir ışık gibi, tanıdık bir ürpertiyle birlikte gelir. Bu his, kişisel hayatlarımızdaki o tuhaf tesadüflerden, bir türlü aşılamayan zaaflardan, toplumların ve medeniyetlerin sanki bir yazgıyı takip edercesine tekrarladığı hatalara kadar uzanan geniş bir yelpazede yankılanır. Zamanın ve mekânın şairi Borges'in o labirentvari öykülerinde olduğu gibi, geçmişin hayaletleri bugünü şekillendirirken, bu "tekrar" hissinin nasıl da iç içe geçebileceğini fısıldar. Acaba kaybedilmiş bir "anlam" arayışı, belki de o eski filmin sahnelerini yeniden canlandırma, o tanıdık melankoliye sığınma arzusundan başka nedir ki? Bu "déjà vu" hissi, sadece basit bir psikolojik algı yanılsaması olmaktan uzak, aynı zamanda bir kimlik ve anlam kriziyle, geçmişle kurulan sorunlu bir ilişkiyle de derinden bağlantılıdır. Bu tanıdıklık hissi, cesaretimizi nasıl etkiler? Bizi daha mı kayıtsız, olayların akışına teslim olmuş bir seyirci mi yapar? Yoksa tam tersine, geçmişin hatalarından ders çıkarmış, geleceğe daha bilgece bakan bir aktöre mi dönüştürür? Ya da belki de, her şeyin beyhude bir tekrar olduğunu düşünmenin getirdiği derin bir umutsuzluğa mı sürükler? Bu noktada, tekerrürün farkındalığı, bir ikilemi beraberinde getirir: Kişi, bu döngüselliğe teslim mi olacaktır, yoksa onu bir öğrenme ve değişim fırsatı olarak mı görecektir? Absürdün filozofu Albert Camus'ün o meşhur Sisifos mitinde olduğu gibi, hayatın anlamsız tekrarlarına karşı bir başkaldırı, alternatif bir anlam arayışı mümkündür. Sisifos'un, kayayı her seferinde yeniden tepeye taşıma eylemindeki anlamsızlığa başkaldırarak kendi anlamını yaratması, bu aktif angajmanın bir örneğidir. Bu "filmi daha önce görme" hissi, bireyi edilgen bir kaderciliğe itme riski taşır. Ancak bu his, aynı zamanda bir uyarı, bir ders çıkarma ve gelecekte farklı davranma potansiyelini de içinde barındırır. Eğer "filmi" daha önce gördüysek, sonunu veya gidişatını biliyor olabiliriz. Bu bilgi, korkuyu azaltabilir ve daha bilinçli, stratejik eylemler için bir zemin hazırlayabilir. Ancak, o "tanıdık melankoliye sığınma arzusu" da bir o kadar güçlü bir çekim oluşturabilir; bilinen acının, bilinmeyen bir değişim çabasının belirsizliğinden daha konforlu gelmesi, korkunun incelikli bir tuzağıdır. Bu durum, sadece bireysel değil, toplumların ve medeniyetlerin tekrarladığı hatalar söz konusu olduğunda kolektif bir meydan okumaya dönüşür; geçmişin labirentlerinden çıkış, ortak bir bilinç ve cesaret gerektirir. Peki, hem yeni hem de ürkütücü derecede tanıdık gelen bu girift zamanlarda cesur olmak ne anlama gelir? Gerçek cesaret, eski kalıpları, o bildik senaryoları tümden yıkarak yeni bir sayfa açmak mıdır? Yoksa o kalıpların içinde, o tanıdık sahnelerde bile olsa, yenilikçi davranmanın, farklı bir replik söylemenin, beklenmedik bir hamle yapmanın yollarını bulmak mıdır? Belki de cesaret, tam da "aynı filmi" izlerken figüran olmaktan çıkıp, senaryoya müdahale etme, kendi rolünü yeniden yazma, hatta filmin sonunu değiştirme cüretidir. Bu, ezberleri bozmayı, beklentilerin aksine hareket etmeyi gerektirir. Böylesi bir cesaret, iki yönlü bir "kopuşu" içerir: Bir yandan kendi içimizdeki korkulardan, önyargılardan, bizi sınırlayan o görünmez duvarlardan bir içsel "kopuş"; diğer yandan dış dünyaya, yerleşik düzene karşı bir duruş, bir "oyunbozanlık" cesareti. Bu, pasif bir kabullenmenin, kaderciliğin tam zıddıdır; bilinen bir yolda farklı adımlar atmak, beklenmedik bir hamle yapmak veya senaryonun gidişatını değiştirecek bir müdahalede bulunmaktır. Bu tür bir müdahale, her zaman topyekûn bir yıkım anlamına gelmeyebilir; bazen en etkili değişimler, mevcut yapılar içinde zekice ve yaratıcı bir şekilde hareket ederek, sistemin dinamiklerini içeriden değiştirerek elde edilir. Bu, hem öngörü hem de yaratıcılık gerektiren bir cesaret türüdür. "Filmi daha önce görmüş olmanın" getirdiği öngörü, senaryonun işleyişini ve muhtemel sonuçlarını anlamayı sağlarken; yaratıcılık, o senaryoyu değiştirebilecek yeni "replikler" ve "hamleler" geliştirmeyi mümkün kılar. İçsel korkulardan ve ön kabullerden kopuş, bu dışsal eylemler için gerekli zemini hazırlar ve bu eylemler de içsel özgürleşmeyi pekiştirir. "Cesaretin yeniden tanımı," özellikle belirsizliğin ve tekrarın bu denli iç içe geçtiği çağımızda, esneklik, uyum sağlama yeteneği ve öğrenmeye duyulan bitimsiz bir arzuyu da içermelidir. Eğer izlediğimiz film sürekli tekrar ediyorsa ama her seferinde bazı detaylar, bazı nüanslar değişiyorsa, cesaret, bu ince farkları görebilmek, eski çözümlerin artık bir fayda sağlamayacağını kabul edip ona göre yeni stratejiler geliştirebilmektir. Bu, katı, değişmez bir kahramanlıktan ziyade, akışkan, zeki ve öğrenen bir cesarettir; sabit bir erdem olmaktan uzak, koşullara göre evrilen dinamik bir kapasitedir. Geleneksel kahramanlık anlayışları, genellikle sarsılmaz ve tekil erdemlere odaklanırken, günümüzün karmaşık ve sürekli değişen "tekrar"ları karşısında bu tür bir sabitlik yetersiz kalabilir. Bunun yerine, durumu doğru okuyabilen, geçmiş deneyimlerden ders çıkarırken yeni koşullara adapte olabilen, sürekli öğrenen ve stratejilerini güncelleyen bir cesaret anlayışına ihtiyaç duyulmaktadır. Bu, körü körüne bir atılganlık değil, bilinçli bir esneklik ve zekice bir uyumlanma çabasıdır. Nihayetinde, "cesaret nerede başlar, korku nerede biter?" ve "sahi, biz bu filmi daha önce görmemiş miydik?" soruları, hayatın sunduğu en derin muammalardan sadece ikisi. Bu satırlar, kesin cevaplar verme iddiasından uzak, yalnızca zihinlerde yeni sorulara, yeni tefekkürlere kapı aralama niyetindedir. Acaba yaşadıklarımız, sonu gelmeyen, kahramanları ve dekorları değişse de özü aynı kalan bitmeyen bir sahnenin parçası mı? Yoksa her "déjà vu" anı, her tanıdık acı, her tekrarlayan hata, aslında yeni bir başlangıç için, daha bilgece bir adım atmak için bir fırsat mı sunuyor? Bu iki bakış açısı arasındaki tercih, korku ve cesaretle ilişkimizi temelden şekillendirir. "Bitmeyen sahne" algısı, karamsarlığı ve eylemsizliği besleyen bir korku tuzağı olabilirken, "yeni bir başlangıç" umudu, eyleme geçme, değişim arayışı ve cesareti tetikler. Belki de korkunun bittiği yer, tam da filmin sonunu bildiğimizi sandığımız o anda bile, farklı bir son yazma, senaryoyu değiştirme cesaretini gösterebildiğimiz yerdir. Bu, olaylara yüklediğimiz anlama ve içimizde yeşerttiğimiz umuda bağlıdır. Cesaret, belki de en karanlık anlarda bile umutsuzluğa kapılmadan yeni başlangıçlar arama ve yaratma iradesinde gizlidir. Umut, özellikle tekerrür hissinin ve geçmişin hayaletlerinin baskın olduğu zamanlarda, cesaretin en hayati yakıtıdır; o olmadan, "bitmeyen sahne" anlatısı kendi kendini gerçekleştiren bir kehanete dönüşebilir. Bu soruların cevapları mutlak olmaktan uzak ve sürekli yeniden değerlendirilmeye açıktır. Bir köşe yazarının vazifesi de, belki de bu soruları canlı tutmak ve her bir okuyucuyu kendi cevaplarını aramaya, kendi filminin senaryosunu yazmaya teşvik etmektir. Zihinsel ve felsefi bir sorgulamanın paylaşımı, bireyleri kendi deneyimlerini yeniden çerçevelemeye ve harekete geçme cesaretini bulmaya teşvik ederek bir dönüşüm katalizörü işlevi görebilir. Çünkü her son, aynı zamanda yeni bir başlangıcın habercisi olabilir; yeter ki o adımı atacak cesareti bulabilelim.