A
Admin
Yönetici
Yönetici
Ortadoğu’nun kaygan zemininde taşlar bir kez daha yerinden oynuyor. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Donald Trump’ın bölgeye yönelik son hamleleri, Washington’un satranç tahtasında yeni bir oyun kurma arayışında olduğunu açıkça gösteriyor. Ancak bu oyunun kuralları, eskisinden çok daha belirsiz, çok daha tehlikeli ve her zamankinden daha fazla Ankara’nın dikkatini gerektiriyor. Gazze’de süregelen ve insanlığın vicdanını sızlatan soykırım , Ukrayna’da devam eden ve küresel dengeleri sarsan savaş, İran’a yönelik bitmeyen baskılar ve Suriye’deki kangrenleşmiş kriz gibi devasa sorunların gölgesinde atılan bu adımların, bölgeye huzur mu yoksa daha derin bir kaos mu getireceği sorusu, zihinleri meşgul ediyor. Trump’ın politikaları, malumunuz, öngörülemezlik, kişisel diplomasi ve Amerikan çıkarlarının dar ve anlık bir yorumu üzerine kurulu. Bu durum, bölge ülkeleri için hem beklenmedik fırsatlar hem de öngörülemez riskler barındırıyor. Dolayısıyla, her bir cümlenin, her bir imzanın satır aralarını okumak, bir zorunluluk haline gelmiş durumda. Trump’ın meşhur "Önce Amerika" ilkesi, Ortadoğu’da da kendine has bir şekilde tezahür ediyor; bu, ABD’nin küresel jandarmalık rolünden ve maliyetli çatışmalardan kaçınma , yükü mümkün mertebe bölgesel aktörlerin sırtına yıkma çabasıyla birebir örtüşüyor. Yapılan bazı analizlerde de işaret edildiği gibi, Trump’ın bu "deli adam teorisini" andıran yaklaşımları, aslında rastgele değil, kısa vadeli ve ABD merkezli çıkarlara hizmet eden bilinçli bir stratejinin parçası. Bu, istikrarlı ve uzun vadeli bir Ortadoğu vizyonundan ziyade, anlık kazanımlara ve iç politikada pazarlanabilecek şovlara odaklanıldığının bir göstergesi. Trump yönetiminin Körfez ülkeleriyle, özellikle Suudi Arabistan ve Katar’la imzaladığı veya imzalamayı planladığı yüzlerce milyar dolarlık devasa anlaşmalar , bu ziyaretlerin en somut ve şaşaalı yüzünü oluşturuyor. Axios’un aktardığına göre, bir trilyon dolara ulaşabilecek bir anlaşma silsilesinden bahsediyoruz; sadece Katar ile yapılacakların bile 200-300 milyar doları bulabileceği konuşuluyor. Bu rakamlar, Körfez’in ABD için ne denli büyük bir ekonomik ve stratejik “kasa” olarak görüldüğünü, ancak bunun ötesinde derin jeopolitik hesaplar içerdiğini de ortaya koyuyor. Örneğin, ABD ile Suudi Arabistan arasında imzalanan ve yaklaşık 142 milyar doları bulan silah anlaşmasının yanı sıra, toplamda 600 milyar dolarlık bir yatırım taahhüdünü içeren Stratejik Ekonomik Ortaklık Belgesi , ilişkilerin sadece petrol ve silah ticaretinin sığ sularından çıkarılıp, enerjiden uzay araştırmalarına, sağlıktan savunmaya uzanan geniş bir yelpazeye yayılma arzusunu yansıtıyor. Bu devasa savunma paketinin içinde Boeing, Lockheed Martin, Raytheon gibi devlerin ürünleri ve THAAD füze savunma sistemleri gibi son teknolojiler bulunuyor. Beyaz Saray’ın kullandığı o cafcaflı "altın çağ" ifadesi de bu iddiayı destekler nitelikte. Suudi Arabistan’ın Vizyon 2030 hedefleri doğrultusunda yapay zekâya (YZ) yaptığı dev yatırımlar da cabası. Amazon Web Services (AWS) ve Suudi kamu şirketi Humain ortaklığıyla hayata geçirilecek 5 milyar dolarlık bir YZ bölgesi projesi ile yarı iletken devi Nvidia’nın Humain ile kurduğu ve Krallıkta YZ fabrikaları kurulmasını öngören stratejik ortaklık , Krallığın petrolden sonraki döneme hazırlık çabalarının ve ABD’li teknoloji devlerinin bu pastadan pay kapma iştahının somut örnekleri. Tüm bu anlaşmaların Mayıs 2025 civarında somutlaşması beklenirken, Türkiye açısından bölgesel güç dengeleri, olası bir silahlanma yarışı, İran’a karşı konumlanma ve teknoloji alanındaki rekabet gibi kritik başlıklar daha da önem kazanıyor. Ancak burada acı bir tezat da gözlerden kaçmıyor: Biden yönetiminin Ortadoğu’ya yönelik YZ çipi ihracatına getirdiği kısıtlamaların Trump tarafından Körfez’deki bazı “dostlara” esnetilebileceği sinyalleri verilirken , Türkiye gibi bir başka önemli müttefikin 50 bin GPU gibi komik bir sınırlamaya tabi tutulması , Washington’un teknoloji ihracatını bile nasıl bir jeopolitik şantaj ve ayrımcılık aracı olarak kullandığını gözler önüne seriyor. Bu durum, Türkiye’nin kendi milli teknoloji hamlelerindeki kararlılığının ne kadar hayati olduğunu bir kez daha teyit ediyor. Gelelim havacılık devi Boeing meselesine. Katar Havayolları’nın Boeing’e verdiği yaklaşık 200 milyar dolar değerindeki 160 uçaklık tarihi sipariş , 737 Max kazaları, üretim skandalları ve grevlerle sarsılan şirket için bir “can simidi” gibi görünse de, bu devasa siparişin şirketin kronik sorunlarını çözüp çözemeyeceği meçhul. FAA’nın Boeing üzerindeki denetimleri artırması ve üretim artışını durdurması , vaziyetin ciddiyetini gösteriyor. Katar ile yapılan bu havacılık anlaşmasının yanı sıra, ABD’nin Katar’a MQ-9 Reaper gibi gelişmiş SİHA’ları satma planları da, Körfez’deki askeri kapasite artışının bir başka boyutu. Bu durum, Türkiye-Katar stratejik ilişkileri bağlamında da yakından izlenmesi gereken bir gelişme. Daha da vahimi, Trump’ın Çin mallarına uyguladığı %125’lere varan gümrük vergileri ve Pekin’in buna karşılık Boeing uçakları ile ABD yapımı parçaların ithalatını yasaklaması , Boeing’i dünyanın en büyük ikinci havacılık pazarından mahrum bırakıyor. Körfez’den gelen siparişler bir teselli ikramiyesi olsa da, Çin pazarının kaybı uzun vadede Boeing’in küresel rekabet gücünü dinamitleyecektir. Avrupa Birliği’nin de Boeing’e misilleme amaçlı ek gümrük vergileri uygulama tehdidi ve Airbus CEO’su Guillaume Faury’nin bu yöndeki çağrısı , transatlantik ticaret savaşlarının havacılık sektörünü nasıl bir kurbanlık koyuna çevirdiğini gösteriyor. Körfez ülkelerinin bu devasa alımları, sadece ekonomik bir hamle değil, aynı zamanda ABD’ye yönelik bir “sadakat” ve “stratejik vazgeçilmezlik” mesajı taşıyor. Ancak Trump’ın ticaret politikaları ve Boeing’in yaşadığı buhran, küresel tedarik zincirlerinde ve havacılık pazarında kalıcı ve köklü sarsıntılara yol açma potansiyeli taşıyor. Savunma anlaşmaları ve Körfez’in silahlandırılması ise meselenin bir diğer can alıcı noktası. ABD’nin Suudi Arabistan ile imzaladığı ve Beyaz Saray tarafından "tarihteki en büyük silah satış anlaşması" olarak lanse edilen yaklaşık 142 milyar dolarlık paket ve Katar’a MQ-9 Reaper gibi son teknoloji SİHA’ların satışına onay verilmesi , bu politikanın somut göstergeleridir. Bu anlaşmaların kapsamı incelendiğinde, sadece basit bir silah satışının çok ötesine geçtiği görülmektedir. Hava kuvvetlerinin en modern platformlarla teçhiz edilmesi, çok katmanlı hava ve füze savunma sistemlerinin kurulması, deniz ve kıyı güvenliği kapasitelerinin artırılması, sınır güvenliğinin teknolojik sistemlerle güçlendirilmesi, kara kuvvetlerinin modernizasyonu ve tüm bu unsurları birbirine bağlayacak bilgi ve iletişim sistemlerinin güncellenmesi gibi geniş bir yelpazeyi içermektedir. Bu, adeta bir ordunun baştan aşağı yeniden yapılandırılması ve Amerikan askeri sistemlerine tam entegrasyonu anlamına gelmektedir. Temel motivasyon İran’a karşı bir dengeleme çabası olsa da, bu durumun bölgedeki diğer aktörler arasında tehlikeli bir güvensizlik sarmalını tetikleme riski büyük. Kriter dergisindeki analizde belirtildiği gibi, Körfez devletlerinin aynı anda hem Türkiye hem de İran ile başa çıkabilecek bir askeri kapasiteye sahip olmaması , bu ülkelerin ABD’ye olan askeri bağımlılığını daha da perçinleyebilir. Türkiye ise, kendi yakın çevresindeki bu hızlı silahlanmayı ulusal güvenlik kaygılarıyla ve bölgesel stratejileri açısından dikkatle izliyor. Yapılan bazı değerlendirmelerde de işaret edildiği gibi, Körfez ülkelerinin İran tehdidine karşı bölgesel bir dengeleyici güç olarak Türkiye’ye olan ihtiyaçları artmış durumda. ABD’nin bu yoğun silahlandırması, bölgeden “fiziksel” olarak çekilip, “vekiller” üzerinden kontrolü sürdürme stratejisinin bir parçası olabilir ; ancak THAAD gibi sistemler ve Reaper SİHA’lar , bölgede yeni ve tehlikeli bir teknolojik silahlanma yarışını başlatarak asimetrik tehditleri daha da sofistike hale getirebilir. Jeopolitik fay hatlarına geldiğimizde, Trump’ın İsrail-Filistin sorununa yaklaşımı, Kudüs’ü İsrail’in bölünmez başkenti olarak tanıması, Golan Tepeleri’nin İsrail tarafından ilhakını onaylaması ve Filistin halkının haklarını hiçe sayarak Arap ülkeleriyle İsrail arasında Abraham Anlaşmaları gibi normalleşme süreçlerini dayatmasıyla malum. Daha da vahimi, Gazze Şeridi için öne sürdüğü ve adeta "gayrimenkul geliştirme projesi" olarak sunduğu, "ABD Gazze Şeridi'ni devralacak" , "Filistinliler Gazze'den ayrılmaktan başka seçenekleri yok" ve "1.8 milyon Filistinli komşu Arap ülkelerine yerleştirilmeli" gibi ifadeler, uluslararası hukukta açıkça zorla tehcir ve etnik temizlik çağrısıdır. Bu tür planlar, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan ve Türk yetkililer tarafından net bir dille "kabul edilemez" bulunmuş, Türkiye’nin Filistin davasındaki sarsılmaz duruşu bir kez daha teyit edilmiştir. Trump’ın son Ortadoğu turunda İsrail’i es geçmesi ve Netanyahu ile ilişkilerindeki gelgitler ise, Trump’ın "Önce Amerika" politikası gereği İsrail’in çıkarlarını dahi kendi anlık kazançları için ikinci plana atabileceğini gösteriyor. Suriye meselesinde ise Trump yönetiminin sinyalleri çelişkili. Bir yandan "Suriye bizim sorunumuz değil, akışına bırakın" derken, diğer yandan Fırat’ın doğusundaki ABD varlığını sonlandırma olasılığı ve bunun sonucunda bölücü terör örgütü PYD/YPG’nin Şam rejimine sığınma ihtimali gündemde. Ankara’nın kırmızı çizgileri bellidir: Türkiye, Suriye’nin kuzeyinde bir terör koridoruna asla müsaade etmeyecektir. Trump’ın geçmişte "Kürtlere maddi destek ve silah yardımı yapıyoruz!" şeklindeki skandal açıklamaları ve Türkiye'nin, Trump'ın Suriye'deki "dostça olmayan ele geçirme" iddialarını yalanlaması, bu alandaki potansiyel mayınları işaret ediyor. İran’a yönelik azami baskı politikasının sürmesi beklenirken, bir yandan da Umman üzerinden nükleer müzakerelerin yeniden başlaması ve bunun İsrail’i ciddi şekilde rahatsız etmesi , bölgedeki karmaşık ilişkiler ağını gözler önüne seriyor. Trump'ın "anlaşmaya varılamazsa İran'ın büyük tehlikeye gireceği" tehditleri ise cabası. Tüm bu gelişmeler ışığında, Trump’ın Ortadoğu politikalarının bölgesel sorunları çözmek yerine daha da derinleştirebileceği ve yeni çatışma alanları yaratabileceği endişesi hakim. "Önce Amerika" politikası ve Körfez’e aşırı odaklanma, ABD’nin geleneksel müttefiklik ilişkilerini zayıflatarak Rusya ve Çin gibi diğer küresel güçlerin bölgedeki etki alanını genişletmesine zemin hazırlayabilir. Bu kaotik ve "al-ver" esasına dayalı politikalar yumağı karşısında, Türkiye'nin bağımsız bir dış politika izleme, kendi ulusal çıkarlarını her şeyin üzerinde tutma ve bölgesel sorunlara kendi özgün çözümlerini geliştirme stratejisi her zamankinden daha hayati. ABD’nin çip politikalarındaki bariz ayrımcılık dahi, Türkiye’nin kendi kendine yeterlilik ve milli teknoloji hamlesinin ne denli kritik olduğunu bir kez daha ispatlamıştır. Türkiye, geçmiş dönemlerde benimsediği çok boyutlu dış politika anlayışını güncelleyerek, farklı aktörlerle dengeli ve çıkara dayalı ilişkilerini geliştirmeye, kendi milli kapasitesini artırmaya ve bu fırtınalı ortamda hareket alanını genişletmeye kararlılıkla devam edecektir. Netice itibarıyla, Trump’ın Ortadoğu’daki son manevraları, kısa vadede parlak görünen anlaşmalarla göz boyasa da, uzun vadede bölgeye istikrar mı, yoksa daha fazla bağımlılık ve gerilim mi getireceği meçhul. Türkiye için bu yeni dönemde hem bölgesel sorunlarda arabuluculuk, yeni ekonomik ortaklıklar kurma gibi fırsatlar hem de silahlanma yarışının tırmanması, terör örgütlerinin yeniden palazlanması ve Filistin davasının zayıflatılması gibi ciddi tehditler mevcut. Batı’nın ve İsrail’in bölgede kaos ve istikrarsızlık istediği bir ortamda, Türkiye'nin adil, ilkeli ve istikrarlaştırıcı bir bölgesel düzenleyici güç olma potansiyeli daha da öne çıkmaktadır. Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Türkiye Cumhuriyeti, bölgedeki tüm gelişmeleri anbean takip ederek, milli menfaatlerimizi ve milletimizin beklentilerini esas alan akılcı, kararlı ve çok boyutlu bir dış politika izlemeye devam edecektir. Artık dünya Batı merkezli bir dayatmayı kolay kolay kabul etmiyor; ancak Türkiye’nin politikası yıkıcılık değil, yapıcı ve adil bir alternatif sunma üzerine kuruludur. Trump’ın politikalarının yarattığı belirsizlikler, Türkiye gibi proaktif ve bağımsız dış politika izleyebilen güçler için yeni manevra alanları da açabilir. Kalıcı huzur, ancak bölge ülkelerinin kendi aralarında samimi diyalog ve adil işbirliğiyle mümkün olabilir. Fırtınalı sularda Türkiye'nin pusulası, her zaman olduğu gibi milli menfaatleri, tarihi birikimi, milletinin ve ümmetin sağduyusu olacaktır.