ANAYASACILIK, ANAYASA ARAYIŞLARI VE TÜRKİYE

  • Konbuyu başlatan Admin
  • Başlangıç tarihi
A

Admin

Yönetici
Yönetici
Ostim Teknik Üniversitesi tarafından 15 Mayıs 2025 günü, yani bugün yapılması gereken “Anayasacılık, Anayasa Arayışları ve Türkiye” konulu panel ne yazık ki iptal edildi. O nedenle, bu panelde yapacağım konuşmayı aşağıda paylaşıyor ve size iyi okumalar diliyorum. … Sevgili Öğrenciler, Değerli Hocalarım, Sayın Konuklar, Hepinizi sevgi ve saygı ile selamlıyor, bu etkinliğe konuşmacı olarak davet edildiğim için Ostim Teknik Üniversitesi Yönetimi’ne ve bu paneli düzenleyen Kurul Üyelerine teşekkür ediyorum. Değerli Konuklar, Ben konuşmama anayasacılık, anayasal devlet, Batıdaki ve Türkiye’deki anayasa arayışları ve hareketleri ile başlayacağım ve daha sonra Türkiye’nin nasıl bir anayasaya gereksinimi olduğu konusu üzerinde duracağım. Bilindiği üzere anayasacılık sürecinin başlangıç noktası, hukuki ve siyasi niteliği itibariyle bir anayasa olmamakla birlikte, anayasacılığa giden yolda çok önemli bir aşama, deyim yerinde ise bir kilometre taşı olan Magna Carta Libertatum’dır. Zira Magna Carta Libertatum, anayasacılığın özünü oluşturan, bu bağlamda siyasi iktidarı, yani kralın yetkilerini sınırlayan ve ‘limited government/sınırlı devlet’ anlayışını öngören siyasi ve hukuki ilk dokümandır. Buna göre anayasa, bir devletin esas teşkilatlanmasına, yani devletin temel kurumlarının düzenlenmesine, bu kurumların yetkilerinin belirlenmesine ve yanı sıra birey hak ve özgürlüklerinin tanınması ile güvence altına alınmasına ilişkin bir kurallar manzumesidir. Nitekim dünyanın ilk yazılı anayasası ve anayasa kavramının türedildiği Amerikan Anayasası’nın İngilizcesi “constitution” sözcüğüdür ve bu sözcüğün Türkçe karşılığı “esas teşkilatlanma”, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk anayasası olan 1924 Anayasası’nın ismi, “Teşkilatı Esasiye” ve 1961 yılına kadar Anayasa Hukuku’nun ismi de “Teşkilat-ı Esasiye Hukuku”dur. Anayasa sözcüğü bizim hukuk literatürümüze 1961 Anayasasıyla ve 1961 yılına kadar Esas Teşkilatlanma Kanunu denilen temel kanuna “anayasa” denilmesiyle girmiştir. Her ne kadar anayasa sözcüğü, anayasanın bütün yasaların anası olduğu izlenimi veriyor veya bunu çağrıştırıyor ise de böyle bir durum söz konusu değildir, yani anayasa bütün yasaların anası olmadığı gibi, bütün yasalar da anayasadan türemezler veya türetilmezler. Anayasa sadece bir üst normdur ve “normlar hiyerarşisi” ilkesine göre ülkedeki herkesi, yani özel veya tüzel her kişiyi ve kurumu bağlayan en üstün yasadır. Dolayısıyla hiçbir alt norm, bu bağlamda hiçbir yasa, yönetmelik, tüzük ve benzeri düzenlemeler anayasaya aykırı olamaz. Bu açıklamalar çerçevesinde demek gerekir ki, özü, sözü ve işlevi itibariyle üstün ve hukuki olmaktan daha ziyade siyasi alana ait bir norm olan anayasanın iki temel işlevi vardır. Bunlardan birincisi ve daha önde geleni, birey hak ve özgürlüklerini teminat altına almak için siyasi iktidarı sınırlandırmak; ikincisi ise devletin esas teşkilatlanmasını, yani örgütlenmesini tesis etmek, temel kurumlarını ve bu kurumların yetkilerini belirlemektir. Buna göre gerek özgürlüklerin korunmasında gerekse eşitliğin sağlanması ile adaletin gerçekleştirilmesinde, iktidar temerküzünü ve iktidarın sahip olduğu yetkileri istismar etmesini önlemek için biçimlendirilmiş bir dengeleme ve denetleme sistemi olan anayasacılığa gereksinim vardır. Gerçekte, anayasa kavramının dayandığı, devlet iktidarının kurallarla sınırlanması ve bu yolla siyasal alanda keyfiliğin önlenmesi düşüncesi modern bir düşüncedir. Zira bu düşünce, modern dönemde ve Avrupa’da mutlakiyetçi yönetimlerin gerilemesine bağlı olarak devlet gücünün denetlenmesi için yararlanılabilecek teknikleri arama çabası sonucunda doğmuştur. Anayasa kavramının ortaya çıktığı modern çağa egemen olan düşünce, insanların, aklın keşfettiği ve o aklın da tabi olduğu doğal yasalarca yönetilen bir dünyaya ait olduğuna vurgu yapar, insanı tarihsel dünya içinde konumlandırır, bu amaçla siyasal itaat yükümlülüğünün kaynağını Tanrısal bir vahiye dayandırarak meşrulaştırmaya çalışan örgütlenme ve egemenlik biçimlerine karşı çıkar. Devlet iktidarının birey hak ve özgürlükleri lehine sınırlandırılması çabası olarak, az yukarıda çerçevesi çizilen düşünce ikliminin egemen olduğu modern çağda anayasacılık, “sınırlı devlet/limited government” anlayışını gerçekleştirecek bir kurumsal düzenleme arayışı içindeki liberal siyasal düşünceyle, kuvvetler ayrılığı ilkesiyle, doğal hukukla, sosyal sözleşme teorileriyle ve esas olarak İngiliz hukukçusu Locke’un sosyal sözleşme teorisiyle ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Nitekim dünyanın ilk yazılı anayasası olan 1787 tarihli Amerikan Anayasası’nın hazırlanma sürecindeki tartışma ve görüşler ile Amerikan Anayasası’nın kurucu babalarına egemen olan siyasi felsefeyi yansıtan en temel belge olan Federalist Külliyatta yer alan bilgiler, Amerikan Anayasası’nın temel referansının doğal hukuk öğretisi, kuvvetler ayrılığı ilkesi, özellikle Locke’un sosyal sözleşme teorisi ile bunlardan türetilen siyasi iktidarın sınırlandırılması düşüncesi olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. O nedenle, Amerikan Anayasası’nı hazırlayanlar, birey hak ve özgürlükleri yönünden en büyük tehlike olarak gördükleri iktidar temerküzünü, bu bağlamda iktidarın bir kişinin, bir organın veya bir kurulun elinde toplamasını önlemek amacı ile “denetleme ve dengeleme/check and balance” olarak isimlendirilen, birbirinden bağımsız ve birbirini denetleyip dengeleyen bir model olarak kuvvetler ayrılığı ilkesini, çift meclisi, başkanlık sistemini ve federal bir devlet biçimini tercih etmişlerdir. Başka bir deyişle güç temerküzünü önlemek için gücü, yani iktidarı her alanda ve konuda bölmüşlerdir. Amerikan Anayasası’nı izleyen Fransız Anayasası’nı hazırlayanların anayasa kavramından anladıkları da kralın iktidarını sınırlayan hukuki ve siyasi bir metindir. Nitekim iktidar temerküzünün önüne geçilebilmesi, siyasal iktidarın kullanımının paylaşılmasının ve bu yolla iktidarın sınırlandırılmasının bir aracı olarak, Fransız Anayasası’ndan önce hazırlanan 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin 16.maddesi “Hakların güvence altına alınmasının sağlanmadığı, kuvvetler ayrılığı ilkesinin benimsenmediği toplumlar asla anayasaya sahip değildirler” hükmünü ortaya koymuş ve Fransızlar 1791, 1795, 1848 tarihli ve daha sonraki anayasalarında da bu ilkeye bağlı kalmışlardır. Ne var ki, anayasalar sadece bir haklar ve özgürlükler listesi hazırlanarak yapılmaz, yapılamaz, yapılmaması gerekir. Zira anayasalar, hakların ve özgürlüklerin yanı sıra, bu hakların ve özgürlüklerin güvence altına alındığı, iktidarların bu hakları ve özgürlükleri çiğneyemeyeceği, bu hakların ve özgürlüklerin özellikle siyasi iktidarlara karşı korunacağı bir sistem inşa edilerek yapılabilir. Bu yapılmadığı takdirde, insanlar, anayasaları önemli bir farklılık ve güvence yaratmayacak sıradan metinler, yazılı kâğıt parçaları olarak görmeye başlarlar. Dolayısıyla bu türden anayasalara değer vermezler ve güvenmezler. Her ne kadar mevcut tarihi kayıtlar ve kanıtlar, İngilizlerin Cromwell zamanında ve sonrasında, adını anayasa olarak koymamakla birlikte, anayasa kavramı ve kurumu üzerinde çalıştıklarını göstermekte ise de İngilizler tarafından yazılı veya sözlü olarak böyle bir metin, yani bir anayasa metni ortaya konulmuş değildir. Buna göre anayasa kavramı ve kurumu, bir Amerikan icadıdır. Bu bağlamda, anayasa kavramı ve kurumu, İngilizlerin kolonisi olan yeni kıtada, yani Amerika kıtasında ve bu kıtaya Avrupa’daki ve özellikle İngiltere’deki kralların zulmünden, Kilisenin ve din adamlarının dini tahakkümünden, toprak ağası konumunda olan feodal beylerin sömürüsünden kaçıp kurtulmak için gelen , önce koloniler kuran, sonra bağımsızlık ilan eden ve en sonunda da devlet kuran püritenlerin Amerika Birleşik Devletleri’nde “constitution” adıyla ve 1787 tarihli Amerikan Anayasa’sıyla vücut bulmuştur. 1787 tarihli Amerikan Anayasası’nı şekillendiren, bu anayasaya ruhunu ve özünü veren düşünceler ve ilkeler ise, Virginia Haklar Bildirgesi ile Amerika’nın Bağımsızlık Bildirgesi’dir. Nitekim Amerikan Anayasası’nın 1787 tarihli ilk metninde yer almayan ama Virginia Haklar Bildirgesi’nde yer alan temel haklara ilişkin hükümler, Amerikan Anayasası’na 1791’de yapılan değişiklikle eklenmiştir. Hükümetlerin seçilme ve iktidara geliş biçimlerinden ve süreçlerinden daha çok, ne yapmayı amaçladıkları, neyi nasıl yaptıkları ile ilgili olan “anayasal demokrasi” ve onun devlet biçimi olan “anayasal devlet”, klasik liberalizmin kurucu değerleri olan bireye, temel hak ve özgürlüklere, akla, kanun önünde eşitlik ilkesine, hoşgörüye, rızaya, barış temelinde bir arada yaşama anlayışına dayanmaktadır. Ama anayasa düşüncesi ve kurumu en az bunlar kadar ve hatta bunlardan daha çok, temel hak ve özgürlükleri korumak ve güvence altına almak için kuvvetler ayrılığı ilkesine, yargı bağımsızlığına, yargıç tarafsızlığına, laiklik ilkesine, adil yargılanma hakkına, bütçe hakkına dayanmakta ve bu amaçla hukuk devleti ile hukukun üstünlüğü ilkesini siyasetin merkezine koymaktadır. “Anayasal Demokrasi/Anayasal Devlet” anlayışına göre devlet, kutsal bir varlık olarak değil, insani ve hukuki bir kurum, yani bir hizmet organizasyonu olarak anlaşılır ve bu şekilde örgütlenir. Meşruiyetini, insan haklarından, halkın egemenliğinden alan bu devlet biçiminde; her alanda ve her anlamda şeffaflık ile sivillik, siyasi iktidarların denetlenebilirliği ve hesap verilebilirliği esastır. Aksi halde o devlet anayasal bir devlet değil, sadece anayasası olan bir devlet olur. Bunun sağlanabilmesi için de gerek devletin örgütlenmesinde gerekse kamu kurum ve kuruluşlarının yapısının, işleyiş biçiminin ve hukukun oluşturulmasında, yurttaşların, devletin asli üyesi olarak kamusal ve bireysel özerkliklerinin ve yine devlet ile sivil toplum arasında aracılık yapan kamusal alanın bağımsızlığının korunması esastır. Siyasal sistemler, anayasa olmaksızın, herhangi bir yasama organı ve hatta yargı organı olmaksızın, siyasal partiler olmaksızın öyle ya da böyle işleyebilir. Ama devlet siyasasını oluşturan ve çalıştıran bir yürütme organı olmaksızın ayakta kalamaz. Onun için siyasal bir sistemin veya bir devletin “olmaz ise olmaz” organı “yürütme organıdır.” Ne var ki, sadece yürütme organının var olduğu, yürütme organının hesap verebileceği seçilmiş bir yasama organının, bu organın tasarruflarını hukuken denetleyecek bir yargı organın bulunmadığı bir siyasal sistem uzun süre ayakta kalamaz, kalsa da meşru ve demokratik olmaz. Zira her türlü iktidar kötüye kullanılabilir. Kullanılmıştır da. Ama dünya siyasi tarihi bize göstermiştir ki, en çok kötüye kullanılan iktidar yürütme iktidarıdır. Zira yürütme iktidarı sübjektif olmakla, hemen her yerde ve bütün zamanlarda keyfi bir şekilde kullanılmış, birey hak ve özgürlükleri konusunda en büyük tehdit ve tehlike olmuştur. O nedenle, anayasacılığın özüne uygun biçimde örgütlenmiş olan devletlerde ve demokrasilerde, diğer bir deyişle anayasal demokrasilerde, sistemin sağlıklı bir şekilde çalışmasını sağlayan mekanizma, her üç kuvvetin birbirlerini denetlemesi ve dengelemesi esası üzerine kurulu olan kuvvetler ayrılığı ilkesidir. Bu ilke gereğince, yürütme iktidarı, anayasanın ve yasaların çizdiği sınırlarla, yani hukukla, evrensel hukukla bağlıdır. Esasen klasik demokrasi anlayışı ile anayasal demokrasi anlayışı arasındaki gerilim veya gerginlik de bu noktadadır. Öyle ki, seçilmişlerin atanmışlara üstünlükleri ilkesi üzerine kurulu olan klasik demokrasi anlayışının aksine, günümüzde egemen olan anayasal demokrasilerde ister seçilmiş ister ise atanmış olsun anayasal ve kamusal yetki kullanan her kişi ve organ, kendisine verilmiş olan yetkiyi, başta anayasa olmak üzere yasalara, hukukun üstün ve evrensel kurallarına bağlı olarak kullanabilir. Yine klasik demokrasi anlayışı, iktidarın, çoğunluğun seçtiği tek elde toplanmasına izin ve olanak verirken, anayasal demokrasi, siyasi iktidarın birey hak ve özgürlükleri lehine sınırlandırılması demek olan anayasacılığı ve buna hizmet eden kuvvetler ayrılığı ilkesini, yani anayasal devleti, yani sınırlı devleti öngörür. Yönetme yetkisini seçimle gelen çoğunluğa verirken, bireylerin, azınlıkta ve farklı olanların haklarını korur, bu amaçla devlet iktidarının kullanılmasını sınırlandırır. Bu bağlamda, çoğu ülkede yürütme organının yasama organına da hükmettiği dikkate alındığında, her üç kuvvet içinde denetleme ve dengeleme işlevini yerine getirecek, bu bağlamda birey hak ve özgürlüklerini güvence altına alacak, yasama ve yürütme organlarını denetleyip dengeleyecek olan erk yargı erkidir. O nedenle, devletin kurallarla, yani hukukla yönetilmesi, hukuk güvenliğinin sağlanması, temel hak ve özgürlüklerin korunması konusunda merkezi öneme sahip olan organ, bağımsız ve tarafsız bir yargı organının mevcudiyetidir. Bütün bunlar olmazsa veya olup da bunlara uygun davranılmaz ise ne olur? Ne olacağını Hindistan asıllı Amerikalı siyaset bilimci Fareed Zakaria “Özgürlüğün Geleceği/Yurtta ve Dünyada İlliberal Demokrasi” isimli özgün eserinde söylüyor ve şöyle diyor; “…Demokratik yönetimin özünü çoğunluğun mutlak egemenliği oluşturmakla, demokraside baskı tehlikesi topluluğun çoğunluğundan gelir. Birey ve azınlık haklarının korunması için var olan ve bilinen önlemler alınmadığı takdirde, gelişmekte olan ülkelerin geride kalan son on yılda yaşadığı demokrasi deneyiminde görüldüğü üzere, çoğunluk, kimi zaman sessizce, kimi zaman gürültülü biçimde kuvvetler ayrılığı ilkesini eritir, insan haklarının kuyusunu kazar, hoşgörü ile adalet geleneklerini yozlaştırır…” Peki sınırları belirli bir toprak parçası üzerinde en üstün hükümet etme işlevini ifa eden bir siyasi birlik olan devlet nasıl olmalıdır ve ne şekilde örgütlenmelidir? Devlet, liberal kuramın öngördüğü gibi, toplumda birbirleriyle rekabet eden gruplar ve bireyler arasında tarafsız, her bir vatandaşı, diğer vatandaşların hak ihlallerinden korumaya ve onların özgürlüklerini güvence altına almaya gücü yeten bir hakem olmalıdır. Buna göre, devlet hukuku egemen kılmalı, adaleti sağlamalı, iç ve dış güvenliği korumalı, anayasa ve yasalarla kendisine eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, çevrenin korunması, çalışma hakkının insanca düzenlenmesi ve çalışanların haklarının güvence altına alınması konularında verilmiş olan pozitif yükümlülükleri ve görevleri yerine getirmeli, bu bağlamda devlet sosyal bir devlet olmalıdır. Yine devlet, yüzyıllar boyunca, özgür toplumların kurumsal yapılarını, özgür olmayan toplumların kurumsal yapılarından ayırt edebilmenin ölçüsü olarak kabul edilen kuvvetler ayrılığı ilkesi üzerine inşa edilmiş olmalıdır. Kuvvetler ayrılığı, işlevlerine göre farklılaşan hukuki iktidarın, diğer bir deyişle yasama, yürütme ve yargı erkinin, birbirinden bağımsız birer organ olarak örgütlenmesinin, iktidarın anayasa çerçevesinde kullanılmasının ve paylaşılmasının aracı olup, bu organların birbirlerine üstünlüğünün bir ifadesi değildir. Zira kuvvetler ayrılığı ilkesi, sadece iktidarı sınırlandırmanın ve güç temerküzünü önlemenin aracıdır. Esasen bu ilkenin vazedilmiş olmasının amacı ve nedeni de budur. Montesquieu’nun “iktidarı, iktidar durdurur” demiş olması da bunu bilmesinden, bunun bilincinde olmasından dolayıdır. Onun için Amerika Birleşik Devletleri’nin kurucu babaları, kendi devletlerini kurarken ve dünyanın ilk yazılı Anayasası olan 1787 tarihli Amerikan Anayasası’nı yürürlüğe koyarken, güç temerküzünün önüne geçmek için kuvvetler ayrılığı ilkesini esas almışlar, bu amaçla yasama, yürütme ve yargı erkini birbirinden katı biçimde ayırmışlar, kendi siyasal sistemlerini “check and balance” diye isimlendirdikleri bu üç gücün birbirini “denetlemesi ve dengelemesi” anlayışı üzerine inşa etmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki hak ve özgürlüklerin gelişmesi ıslahat/reform çalışmalarının sonucu olarak Meşrutiyetle ve Batı’ya nazaran yaklaşık yüz yıl sonra olmuştur. Bilindiği üzere Meşrutiyet sözcüğünün Türkçe karşılığı “şarta bağlı yönetim”, yani “anayasal yönetimdir.” Nitekim Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte Osmanlı Kanun-i Esasisi, yani Osmanlı Anayasası kabul ve ilan edilmiştir. Bu yönüyle Meşrutiyetin ilanı önceki bütün ıslahat hareketlerinden farklıdır. Zira önceki bütün ıslahat hareketleri tek taraflı bir vaatten, bir fermandan ibaret iken, Meşrutiyet anayasal bir monarşidir. Bu monarşik yönetimde padişahın yetkileri anayasayla birlikte, önceki fermanlarla getirilen düzenlemelere göre daha da sınırlandırılmıştır. Buna göre Meşrutiyet kurucu bir meclis veya halkı temsil eden bir parlamento tarafından hazırlanmayan ve halk oylamasına sunulmayan, bu bağlamda padişahın tek yanlı işlemlerinden doğmuş olan ve Prof. Dr. Mehmet Akad’ın ifadesiyle bir “Ferman Anayasadır.” Bu anayasa 23 Aralık 1876’da Padişah İkinci Abdülhamit tarafından kabul edilerek yürürlüğe girmiş ve böylece Birinci Meşrutiyet dönemi başlamıştır. Ne var ki, bu dönem Osmanlı Anayasası’nın 7.maddesinde yer alan Padişah’ın olağanüstü durumlarda parlamentoyu fesih etmesine ilişkin düzenleme gereğince ve Padişah’ın bu maddeye dayanarak 14 Şubat 1878 tarihinde parlamentoyu feshetmesine kadar devam etmiş ve fakat gerek içeriden gerekse dışarıdan gelen baskılara direnemeyen Padişah İkinci Abdülhamit, 23 Temmuz 1908 tarihinde askıda olan anayasayı yeniden ilan etmek zorunda kalmış ve böylece İkinci Meşrutiyet Dönemi başlamıştır. İkinci Abdülhamit’in 27 Nisan 1909 tarihinde Meclis-i Mebusan kararı ile hilafetten ve tahttan indirilmesi, İttihat ve Terakki Partisi’nin devlete ve siyasete egemen olduğu dönemde hükûmete ve Padişah’a haber verilmeden imzalanan ittifak antlaşması sonucunda Osmanlı Devleti, Almanya’nın yanında I. Dünya Savaşı’na katılmıştır. Savaşın kaybedilmesi ve Osmanlı Devleti’nin idam fermanı ve sonu olan Sevr Antlaşması’nın imzalanması, İngilizlerin, Yunanlıların, Fransızların, İtalyanların Anadolu’yu işgal etmeleri sonrasında Anadolu’da kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ülke yönetimine egemen olması ve Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde Milli Mücadele’nin başlaması ve kazanılması sonrasında yeni bir devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuş ve bu devlet modern tarihin en önemli hukuki metinleri arasında sayılan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu belgesi olarak kabul edilen Lozan Antlaşması ile tanınmış ve uluslararası meşruiyet kazanmıştır. Hiç kuşkusuz Cumhuriyetin ilanı; Türk toplumunun çağdaşlaştırılmasını amaçlayan Türk Devrimi’nin ve modernleşmesinin, bu bağlamda, hukuk yoluyla toplumu değiştirmenin, dönüştürmenin ve yenilemenin önünü açan siyasal bir reform hareketidir. Nitekim Cumhuriyetin kurulmasından sonra yapılan devrimlerin hemen hepsi, hukuka, hukuk yoluyla toplumu değiştirmeye, dönüştürmeye ve yenileştirmeye yönelik olmuştur. Esasen halkın, milletin egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bu egemenliği bizzat kendi seçtiği vekiller aracılığıyla kullandığı bir yönetim şekli olan Cumhuriyetin kabul ve ilan edilmiş olması, başlı başına bir siyasal reform, bir değiştirme, bir dönüştürme, bir yenilenme ve yenileştirme hareketidir. Nitekim bu siyasal reform, bu değiştirme, dönüştürme, yenilenme ve yenileştirme hareketi ve düşüncesi olarak 1924 tarihli ve 364 sayılı Teşkilât-ı Esasîye Kanunu’nun: “Hâkimiyet, bilâkaydü şart Milletindir. İdare usûlü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir. Türkiye Devletinin şekl-i Hükûmeti, Cumhuriyettir” şeklindeki 1.maddesi hükmü ile kabul, ifade ve ilan edilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk anayasası olan 1924 Anayasasıyla, Milli Mücadele Dönemi’nin, bu bağlamda geçiş döneminin anayasası olan 1921 Anayasası’nda öngörülen meclis hükûmeti sisteminden vazgeçilmiş ve parlamenter sisteme geçilmiştir. Ancak getirilen hükümet sistemi parlamenter sisteme yakın olmakla birlikte, meclis hükümeti ile parlamenter sistem arasında olan bir karma sistem ya da yarı parlamenter bir sistemdir. 1924 Anayasa’sı niteliği itibariyle katı bir anayasadır. Kuvvetler ayrılığı ilkesini değil, kuvvetler birliği ilkesinin yumuşatılmış şeklini benimseyen bu anayasaya göre, egemenliği kullanan tek organ Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. 1924 Anayasasında, kanunların anayasaya aykırı olamayacağı belirtilmekle birlikte, bunun denetlenmesiyle, bu bağlamda yargısal yönden denetlenmesiyle ilgili bir düzenleme yapılmamıştır. Ama bu anayasaya göre, yargı yetkisi, usul ve yasaya göre kurulan bağımsız mahkemelere aittir. Bu Anayasa ile geleneksel özgürlük anlayışı benimsenmiş, bu bağlamda, herkese başkasına zarar vermeden dilediğini yapma özgürlüğü tanınmış, kanun önünde eşitlik ilkesi kabul edilmiştir. Temel kişi hak ve özgürlükleri anayasada: kişi dokunulmazlığı, vicdan, düşünme, ifade, seyahat, sözleşme yapma, çalışma, mülk edinme, toplanma, dernek kurma şeklinde düzenlenmiştir. Anayasada konut dokunulmazlığı öngörülmüş, işkence, eziyet, zoralım ve angarya yasaklanmış, hiç kimsenin felsefi görüşünden, din ve mezhebinden dolayı kınanamayacağı, güvenliğe, ahlaka, örf ve adet ile kanun hükümlerine aykırı olmamak koşuluyla dini törenlerin serbest olduğu ifade edilmiştir. Bu Anayasa’da, basının kanun çerçevesinde serbest olduğu ve yayımından önce denetlenemeyeceği belirtilmiştir. Hak ve özgürlükler konusunda saydığımız bütün bu olumlu özelliklerine rağmen, 1924 Anayasası’nda bütün bu hak ve özgürlükler anayasal olarak teminat altına alınmış değildir. 1961 yılından 1980 yılına kadar 19 yıl süreyle yürürlükte kalan ve 12 Eylül 1980 tarihinde yapılan askeri darbe ile yürürlükten kaldırılan 1961 Anayasası, gerek temel hak ve özgürlüklerin tanınması, gerekse bu hak ve özgürlüklerin teminat altına alınması ve korunması konusunda çok daha ayrıntılı düzenlemeleri içermekte, 1924 Anayasa’sının aksine kuvvetler ayrılığı ilkesini vazetmekte, dahası temel hak ve özgürlüklerin sınırlanmalarına sınırlar koymakta ve yanı sıra Devlete çok sayıda sosyal ve ekonomik ödevler yüklemektedir. Altı kısımdan ve 157 maddeden oluşan 1961 Anayasası’nın en önemli özelliği, insan haklarına vermiş olduğu önem ve değerdir. Bu husus, Anayasanın Başlangıç bölümünde ifade edildiği gibi, ikinci maddesinde de Cumhuriyet’in, “İnsan Haklarına dayanan, milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olduğu şeklinde ifade edilmiştir. Liberal bir anayasa, bu bağlamda, çoğulcu ve plüralist olan 1961 Anayasası, çoğunluğun hak ve özgürlüklerinin yanı sıra azınlıkta olanların hak ve özgürlüklerini de koruyan ve teminat altına alan bir anayasadır. Kişilerin temel hak ve özgürlüklerini, en geniş şekilde düzenleyen ve güvence altına alan bu anayasanın önemli bir diğer özelliği de birey odaklı olmasıdır. Bu anayasayla çift meclis sistemi, yani millet meclisi ile senato sistemi getirilmiştir. Üniversiteler özerkleştirilmiş, yargı bağımsızlığı tahkim edilmiş, yargıçlara teminat getirilmiş, yargıçların özlük işlerini, bu bağlamda, tayinlerini, terfilerini, disiplin işlerini yürütmek üzere Yüksek Hakimler ve Savcılar Kurulu oluşturulmuş, doğal yargıç ilkesi kabul edilmiştir. Seçimlerin tarafsız bir şekilde yapılması, yönetilmesi ve denetlenmesi amacıyla yargıçlardan oluşan Yüksek Seçim Kurulu kurulmuştur. Parlamenter sistemin yanı sıra demokratik bir sistemi öngören bu anayasa, kuvvetler ayrılığı ilkesini benimsemiş, yasaların anayasa aykırı olması durumunda, denetleme ve dengeleme ilkesi gereğince ve anayasal denetim yapmak üzere Anayasa Mahkemesi’nin kurulmasını öngörmüştür. Kişi hak ve özgürlüklerini en geniş şekilde tanıyan, güvence altına alarak koruyan bu anayasa, ne yazık ki, “topluma ve yurttaşlara bol geldiği” anlayışından hareketle 12 Eylül 1980 tarihinde yapılan darbe sonucu oluşan askeri rejim tarafından kaldırılmış, sonrasında yapılan 82 Anayasasıyla, devleti merkeze alan, yürütme organını güçlendiren, kuvvetler ayrılığı ilkesi yerine, bu ilkenin sulandırılmış şekli olan “kuvvetlerin işbirliği” sistemi getirilmiştir. Bu anayasa ile 1961 Anayasası ile getirilen parlamenter sistem korunmuş, 1961 Anayasası ile getirilen Senato ise kaldırılmış ve Türkiye Büyük Millet Meclisi tek bir meclis olarak düzenlenmiştir. 1961 Anayasa’sı ile getirilen, 1982 Anayasa’sı ile korunan parlamenter sistem, anayasada en son yapılan ve 16 Nisan 2017 tarihli halk oylamasıyla kabul edilen değişiklikle kaldırılmış, bunun yerine klasik başkanlık ve yarı başkanlık sistemiyle uyumlu olmayan, adına Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi denilen yeni bir model getirilmiştir. Bu sisteme geçişle birlikte Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bazı yetkileri, Cumhurbaşkanı’na aktarılmıştır. Bu sisteme göre devletin başı olan Cumhurbaşkanı’nın partili olması da mümkün hale gelmiştir. Bu sistemde yürütme yetkisi, Cumhurbaşkanı’na aittir, Cumhurbaşkanı tarafından seçilen Bakanların meclis dışından seçilmeleri de mümkündür. Bu genel açıklamalar çerçevesinde anayasanın değiştirilmesi veya yeni bir anayasa yapılması durumunda Türkiye olarak nasıl bir anayasaya ihtiyacımız olduğu konusuna gelirsek eğer, bu konuda şu hususları söylememiz gerekir. Çağımızın önemli siyaset bilimcilerinden ve anayasacılarından olan Giovanni Sartori, “Karşılaştırmalı Anayasa Mühendisliği/Yapıları, Özendiriciler ve Sonuçlar Üzerine Bir İnceleme” isimli özgün eseri için 1994 yılında yazdığı önsözde; “Elli yıllık bir siyasal donmuşluktan sonra değişim dönemine, aceleyle yürütülen bir değişim çağına girmekte olduğumuzu, kurumsal değişimin seyrinin bu kadar hızlı ve kapsamlı olacağını kendisinin de hiç beklemediğini, ama mevcut değişim hızının kitabını mümkün olduğu kadar çabuk tamamlamak konusunda kendisini zorladığını ve yazmaya başladıktan sonra anayasaları nasıl değiştireceğimizi ve nelerin değişmesi gerektiğini düşündükçe hayal kırıklığına uğradığını keşfettiğini” yazar ve bu önsözünü yaptığı şu tespitlerle sonlandırır: “Reform oluşumları pek yeteneksiz reformcuların damgasını taşımaktadır. Belki bu çok acımasız bir hükümdür. Ama öyle dahi olsa soru ve sorun yine de şudur: Kurumsal konularda neyin nasıl ıslah edileceğini acaba biliyor muyuz?” Evet! Soru ve sorun budur: Kurumsal konularda neyi nasıl ıslah edeceğimizi ve bunun sonuçlarının ne olacağını acaba biliyor muyuz? Soruyu daha somutlaştırarak ve hepinizi tenzih ederek sorayım: Özelde bu etkinliğin konusunu, genelde Türkiye’nin gündemini oluşturan anayasa değişikliği veya yeni bir anayasa yapılması konusunda neyi nasıl ıslah edeceğimizi ve değiştireceğimizi ya da nasıl bir anayasa yapacağımızı, daha da önemlisi bunların olası sonuçlarının ne olacağını acaba biliyor veya öngörebiliyor muyuz? Hadi bilenler var veya vardır diyelim. Ama şu hususları da görmezlikten gelmeyelim: Elbette anayasalar değişmez nitelikte siyasi ve hukuki üst normlar değildir. Değiştirilmelerine gereksinim var ise, ülke ve dünya koşulları değiştirilmelerini gerektiriyor ise değiştirilirler ve hatta yeni bir anayasa da yapılabilir. Bu yönden bakıldığında ülkemizin anayasa değişikliğine veya yeni bir anayasaya gereksinimi bulunduğunu, dahası bu konuda hem entelektüeller düzeyinde hem de iktidarıyla muhalefetiyle toplumda genel bir mutabakat olduğunu söyleyebiliriz. Peki! Ülke olarak bizim sadece anayasaya değişikliğine veya yeni bir anayasaya mı gereksinmemiz vardır? Yeni bir Siyasi Partiler Yasası’na, yeni bir Seçim Yasası’na gereksinmemiz yok mudur? Zihniyet düzeyinde dişe dokunur bir değişiklik olmadan sadece anayasayı değiştirmekle veya yeni bir anayasa yapmakla Türkiye’yi demokratikleştirecek miyiz? Siyasi partilerdeki “tek adam egemenliğini” sağlayan düzenlemeleri değiştirmeden, yani siyasi partilerin yapısını demokratikleştirmeden, temsilde adaletsizlik yaratan seçim barajını düşürmeden, sadece anayasayı değiştirmek veya yeni bir anayasa yapmak suretiyle Türkiye demokratikleşecek mi? Bir başka husus da şudur: Biz kimin için anayasa değişikliği veya yeni bir anayasa yapıyoruz? Siyasi iktidar için mi, Türkiye için mi? Eğer Türkiye için ise, Türkiye’nin gereksinimi için ise, o zaman bu konuda uzlaşma sağlamamız gerekir. Yok, eğer siyasi iktidar için ise, o zaman demek gerekir ki, biz daha çok anayasa değiştiririz. Zira hiçbir iktidar kalıcı değildir. Bugünün iktidarı bir gün gider, yenisi gelir, yenisi de yeni bir anayasa yapar, o da bir gün gider, sonra gelen de yeni bir anayasa yapar. Bu böyle sürer gider. Yani biz hep rövanşları oynarız. Nitekim ilk anayasa deneyimimiz olan 1876’dan bu yana olan da budur. Eğer biz bunu istiyor isek, hemen, hiç beklemeden, hiç zaman yitirmeden anayasayı değiştirelim ya da yeni bir anayasa yapalım. Ama yeni rövanşlara da hazır olalım ve unutmayalım: anayasa yapmak veya anayasa değiştirmek rövanş almak için değil, ülkenin gereksinimini karşılamak için yapılır. İktidar partisi seçimlerde “milli irade” beni işaret etti, beni seçti, milli iradeyi ben temsil ediyorum, o halde anayasayı değiştirmek ya da yeni bir anayasa yapmak de dahil ben her istediğim yaparım diyor. Bu anlayış bizi çoğunluğun diktasına götürür. Oysa çağdaş demokrasilerde, anayasal demokrasilerde korunması gereken, güvence altına alınması gereken çoğunluk değil, azınlıktır, azınlığın haklarıdır, esasen anayasalar da bunu güvence altına almak için yapılır. Bu birincisi. İkincisi milli irade bölünemez. Bu bağlamda milli irade parlamentoda çoğunluğu olan partiyi değil, parlamentonun tamamını ifade eder. Eğer öyle ise, ki öyledir, o zaman anayasa gibi temel ve üst bir normda değişiklik veya yeni bir anayasa yapmak için hem parlamentoda hem de toplumda bir uzlaşma aramak, bunu tesis etmek, bu konuyu aceleye getirmemek, bu konuda bir tartışma sürecini başlatmak, bu tartışma sürecinin geri beslemelerini aldıktan sonra yapılacak değişikliklere veya yeni bir anayasanın yapılmasına nihai bir şekil vermek gerekir. İzlenmesi gereken doğru yol ve yöntem bu olmakla beraber, neyi nasıl değiştirmemiz veya yeni bir anayasa yapmak konusunda aşağıdaki şu hususları da ifade edebiliriz. Daha öncede ifade ve işaret edildiği üzere, devlet gücünün dizginlenmesi ve denetlenmesi için yararlanılabilecek teknikleri arama çabaları sonucunda doğan ve modernizmin ürünü olan anayasa kavramının özü, devlet iktidarının kurallarla sınırlanması, bu yolla siyasal alanda keyfiliğin önlenmesi, diğer bir yaklaşımla birey hak ve özgürlüklerini güvence altına almak amacıyla siyasi iktidarın sınırlandırılması düşüncesine dayanır. Esasen Locke ile başlayıp Montesquieu ile bugünkü biçimini alan “kuvvetler ayrılığı” ilkesi, iktidar temerküzünü önlemenin ve iktidarı sınırlandırmanın en etkili aracı olmakla, anayasacılığın da olmazsa olmaz ilkesidir. İnsan/birey merkezli değil, devlet merkezli olan, “güçlü devlet, güçlü yürütme” anlayışı üzerine kurulu bulunan, bu anlayışa işlerlik kazandırmak için kuvvetler ayrılığı ilkesini değil de onun yumuşatılmış, sulandırılmış biçimi olan “kuvvetlerin işbirliği” ilkesini tercih eden 1982 Anayasası ve daha sonra yapılan anayasa değişikleri ile tesis edilen ve kuvvetler ayrılığı ilkesini bertaraf eden “Cumhurbaşkanlığı Sistemi/Modeli” bu yönüyle anayasacılığın özüne aykırıdır. O nedenle ülkemizin, parlamenter sistemi esas alan, Cumhurbaşkanlığı makamını tarafsız, partisiz ve temsili bir statüye indirgeyen, merkezine bireyi/insanı alan, Cumhuriyetimizin en önemli eksiklerinden biri olan demokratik ve hukuki meşruiyet ile temsilde adalet ilkesini esas alan ve anayasacılığın özünü oluşturan bir denetleme ve dengeleme mekanizması kuran, yani kuvvetler ayrılığını gerçekleştiren, birey hak ve özgürlüklerinin alanını genişleten ve bunları teminat altına alan yeni bir anayasaya gereksinimi vardır. Anayasa özü ve işlevi itibariyle hukuki olmaktan daha çok siyasi alana ilişkin bir üst normdur. Bu normun her şeyden önce nötr, yani tarafsız olması, ideolojik olmaması gerekir. Marx’ın özlü deyimi ile bir “iktidar tezahürü” olan ideoloji, aynı zamanda “hakikat tekeli” iddiasında bulunan ve hemen her şeyi kapsayan siyasi bir inanç sistemidir. Oysaki, demokrasilerde hiç kimse hakikat tekeline sahip olmadığı gibi, herkesin kabul etmek zorunda olduğu bir ideoloji de yoktur. Dolayısıyla demokratik toplumlarda, çoğu ayrı ve farklı siyasi görüşlere sahip olan yurttaşların tamamı için tek bir ideoloji üzerine kurulu bir anayasa olamaz, olmaması gerekir. Anayasa, tüm yurttaşlar için ortak bir siyasi ve hukuki mutabakat metni olmakla, siyasal/ideolojik yönden nötr olmak durumundadır. O nedenle, yeni anayasanın, İtalyan siyaset bilimci ve anayasacı Giovanni Sartori’nin de savunduğu gibi “faydacı anayasa/çerçeve anayasa” olması, yani herhangi bir ideolojik tercihi yansıtmayan, siyasal/ideolojik yönden nötr olan, toplumun bütün sosyo-politik güçlerinin, iktidar sürecinin tanımlanan mekanizmalarına riayet ettiği, var olan kurumlarından yararlandığı, bu kurumların birbirleriyle rekabet edebilecekleri bir zemin oluşturduğu, siyasal sürecin sadece genel kurallarını düzenleyen bir anayasa olması ve aynı zamanda kısa olması gerekir. Esasen anayasalar, devletin karar alma sürecine yapı ve disiplin sağlayan biçimler, öncelikli olarak iktidarın kontrollü biçimde kullanılmasını amaçlayan usuller olmakla; normlarla neyin emredileceğini değil, normların nasıl yapılması gerektiğini göstermek ve bunun için de tarafsız/nötr olmak durumundadır. Bu ise ancak Sartori’nin de savunduğu “faydacı anayasa/çerçeve anayasa” ile mümkündür. Yeni anayasanın, “faydacı/çerçeve anayasa” anlayışına uygun olarak, maddi anlamda hukuk kurallarından, diğer bir deyişle hukuki ilişkileri belirleyen ve değiştiren kurallardan oluşan bir anayasa olmaması; aksine maddi hukuk kurallarına yer vermeyen, sadece iktidar sürecinin işleyişiyle ilgili usulü kuralları düzenleyen ve dolayısıyla değişen ülke ve dünya koşullarına kolaylıkla uyarlanabilen “şekli/usule” ve kısa bir anayasa olması gerekir. Öyle ki, Sartori dünyanın ilk yazılı anayasalarından olan 1787-1791 tarihli Amerikan Anayasası’nın 21 bölüme bölünmüş 7 madde ile ilk on ek maddeden oluştuğunu, buna karşın günümüz dünyasında anayasa adı verilen 170 civarında belgenin yarısından fazlasının 1974 yılından sonra yazıldığını, bu anayasaların büyük bir kısmının oldukça uzun olduğunu, pek çok ayrıntıyı düzenlediğini, bir anayasanın ne kadar uzun olursa anayasal erdeminin o kadar az olacağını ifade edecek derecede ileri gitmek istememekle birlikte, yine de anayasaların diğer kanunların düzenlemesi gereken hususları düzenlemesine kesinlikle karşı olduğunu, her şeyi düzenleyen ve her şeyi vaat eden anayasalar yapmakta ne kadar ileri gidilirse, bunların ihlaline ve ülkenin felaketine o kadar çok yol açılacağına inandığını, o nedenle kendisinin, anayasacılığın özü ve özellikle siyasal sistemin etkin şekilde “çerçevelendirilmesi” üzerine odaklandığını belirtmektedir. Günümüzün liberal/anayasal demokrasi anlayışının önemli özelliklerinden birisi katılımcılıktır. Katılımcılık, sadece isteyenin istediği siyasi partiye üye olması, seçmenlerin çoğunluğunun seçime katılması, oy kullanması, Meclis’te temsil edilmesi demek değildir. Hem bunlar hem de sivil toplum kuruluşlarının/hükümet dışı kuruluşların, derneklerin, meslek kuruluşlarının, toplumun örgütlü diğer kesimlerinin kendilerini ilgilendiren, üzerinde uzmanlıkları, deneyimleri ve söyleyecek sözleri olan konularla ilgili yasaların hazırlanmasına eylemli ve etkili biçimde katılmaları demektir. O nedenle yeni anayasanın siyasete en büyük oranda katılımı öngören günümüzün “participator democracy/katılımcı demokrasi” anlayışına uygun olması, meşruiyetini, insan haklarından, halkın egemenliğinden alması ve yanı sıra şeffaf, sivil olması ve siyasi iktidarın her alanda ve konuda denetlenebilmesi ile hesap verilebilmesine imkan verir içerikte olması gerekir. Cumhurbaşkanı’nın Anayasa Mahkemesi Üyelerini, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcı Vekilini, Danıştay üyelerinin dörtte birini, Hakimler ve Savcılar Kurulu üyelerini seçmek yetkisinin ortadan kaldırılması, Adalet Bakanının ve yardımcısının kurul üyeliğinden çıkarılması ve bu suretle yargı bağımsızlığı ile tarafsızlığının yeniden tesis ve tahkim edilmesi ve yanı sıra Cumhurbaşkanın Üniversite rektörlerini seçmek yetkisinin kaldırılması ve bu suretle üniversitelerin özerkliğinin sağlanması gerekir. Yeni anayasanın dilinin açık, anlaşılır, teknik deyimlerden olabildiğince arınmış, sadece anayasa uzmanları ve yüksek mahkeme yargıçları tarafından değil, sıradan vatandaşlarca da okunup anlaşılabilir bir içerikte ve yalınlıkta olması, gereksinim duyulduğunda anayasal sistem içinde değiştirilmesine izin vermeyecek derecede katı olmaması gerekir. Yeni anayasanın, 1982 Anayasası ile iyice katılaştırılan devletin pastoral ve yönlendirici iktidarına son vermesi, devletin “teknik devlet” olarak, yani vatandaşın günlük yaşantısını kolaylaştıran ve güzelleştiren devlet, diğer bir deyişle devleti bir “hizmet organizasyonu” olarak örgütlemesi ve onun memurunu da “halkın hizmetkârı” yapması gerekir. Daha önce de ifade ve işaret edildiği üzere anayasa, özü, sözü ve işlevi itibariyle hukuki olmaktan daha çok siyasi alana ilişkin bir üst norm olup, bir yönüyle devlet örgütlenmesinin dayandığı temel ilkeleri gösterir. O nedenle, bir devletin veya bir toplumun ya da bir kuruluşun kendini kurma biçimine temel teşkil eden gerçeklik vizyonunu oluşturan değerlerin, ilkelerin, algıların, düşüncelerin toplamı olan paradigma her ne ise, o devletin anayasasının da o paradigma üzerine inşa edilmesi gerekir. Buna göre yeni anayasanın yapımında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna esas olan ve yürürlükteki anayasanın ilk üç maddesinde anlamını bulan paradigmanın göz önüne alınması, dahası bu paradigmanın korunması, bu bağlamda yeni anayasanın, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu değerleri olan, biri diğerinden soyutlanması mümkün olmayan, aksine bir bütün oluşturan üniter, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti ilkelerini benimseyen; yerel yönetimlerin etki ve yetki alanını genişleten; insan haklarını korumayı temel hedef olarak gören ve bunu güvence altına alan; hakları ve özgürlükleri kısıtlayan, kullanılmasını engelleyen değil, hakları ve özgürlükleri çoğaltan, kullanılmasının önündeki engelleri kaldıran; bu hak ve özgürlükleri teminat altına alan, demokrasi ve hukuk devleti konularında evrensel standartları yakalayan bir anayasa olması gerekir. Merkeziyetçi, hiyerarşik, baskıcı 12 Eylül anlayışına ve ruhuna uygun olarak oluşturulan ve uygulama süreci içinde görevini büyük ölçüde bu anlayışa ve ruha uygun biçimde yerine getiren Yüksek Öğretim Kurumu’nun, yeni yapılacak anayasada, yüksek öğretimle ilgili olarak sadece standart koyan, koyduğu standartları izleyen ve yüksek öğretim kurumlarının uygulamaları arasında birlik ve eşgüdüm sağlayan bir yapıya dönüştürülmesi, böylece üniversite ve yüksek okulların idari, mali ve bilimsel yönden özerk olmaları sağlanmalıdır. Yeni anayasanın yapım sürecinde dikkate alınması gereken son bir sözü de yine Sartori söylüyor ve şöyle diyor: “On Sekizinci ve On Dokuzuncu yüzyıl anayasa yapıcıları anayasacılığın nihai amacını doğru anladıkları için onların anayasaları, anayasaların nasıl işleyeceği ve işlemesi gerektiği yönünde ve -sonuçsalcı bir vurgulamayla- yapılmıştı. Dolayısıyla bu anayasa-yapıcıları, doğal mühendislerdi. Ancak hukuki pozitivizm ve analitik hukuk bilimi, özellikle Avrupa ve Latin Amerika’da, tek kaygıları ve eğilimleri bir hukuk evreninin tümdengelimsel tutarlılığı olan anayasa hukukçusu kuşaklarını yetiştirdi. Onlara göre bir anayasa, aralarında sıkı ilişkiler bulunan bir direktifler, emirler ve yasaklar sisteminden başka bir şey olmadığı gibi, bütün diğer düşünceler hukuk dışı olmakla, bunların üzerinde durulmaması gerekir. Oysa gerçek şudur ki, hiçbir örgüt, uygun bir özendiriciler yapısı olmadan salt yasaklarla işleyemez; bu iktidar ve iktidarın örgütlendirilişi bakımından tümüyle doğrudur; çünkü burada yasakların kendi kendine yöneltildiği ve dolayısıyla emir ve yasakların kolayca eğilip büküldüğü veya göz ardı edildiği bir noktaya geliyoruz. Bu da şu noktayı vurguluyor ki, devletin örgütlendirilmesi bütün diğer örgütlerden daha çok, bir ödüller ve cezalar, iyi özendiriciler//teşvik ediciler/kışkırtıcılar ve korkutucu caydırıcılar yapısıyla ayakta tutulmak zorundadır. Öyleyse düşüncemi şu notla bitireyim: Anayasaların özendiricilerce izlendiği ve özendiricilerce desteklendiği düşüncesinden ne kadar uzaklaşırsak, anayasa yapımının mühendisliğe benzer bir görev olduğunu o kadar hatırlamak zorundayız. Yüzyıl önce anayasa mühendisliğinden söz etmek, lafı fazla uzatmak olurdu; ama bugün bundan söz etmek, unutmakta olduğumuz bir şeyi kendimize hatırlatmak demektir.” Anayasanın değiştirilmesi veya yeni bir anayasanın yapılması konusunda dilerim Sartori’nin uyarıları dikkate alınır. Beni sabırla dinlediğiniz için size teşekkür ediyor, hepinize saygılarımı sunuyorum. Av. Vedat Ahsen COŞAR
 
Geri
Üst